Osmanlıca sözlük - z
Zabt: 1. sıkı tutma. 2. idaresi altına alma, kendine mal etme. 3. silah zoru ile bir yeri alma. 4. anlama, kavrama. 5. kaydetme, özetini yazma.
zâhib: 1. gidici, giden. 2. bir fikre veya zanna uyan, kapılan.
zâhir: açık, belli, görünür, meydanda olan.
zâhirî: dıştan görünen, meydanda olan.
zail: sona eren, devamlı olmayan.
zamir: 1. her şeyin iç yüzü. 2. yürek, vicdan. 3. gizli fikir. 4. zamir, ismin yerini tutan kelime.
zâni: zina eden erkek.
zâniye: zina eden kadın.
zarar: ziyan, eksiklik, kayıp.
zarf: yer ve vakit bildiren edat.
zat: kendi, asıl, öz, cevher, saygıdeğer kişi.
zayi': elden çıkan, yitik, kaybolan.
zayiat: kayıplar, yitikler.
zebânî: zebanî, cehennemlikleri cehenneme atan melek.
zeberced: zümrütten daha açık renkte bir süs taşı.
zebh: boğazlama, kesme, kurban kesme.
zecr: 1. yasaklama, yaptırmama. 2. zorlama, zorla yaptırma, angarya işletme sıkma, eziyet.
zeker: erkek, erkeklik organı.
zelil: hor, hakir, alçak.
zelle: 1. ayak sürçüp kayma. 2. kusur, suç.
zem (zemm): birinin kötülüğünü söyleme, ayıplama, yerme, çekiştirme.
zemherir: karakış.
zemzeme: 1. ezgili ses, terennüm, teganni. 2. mezamir'i okuyanların teranesi (zebur).
zenb: günah, suç, kabahat.
zeval: 1. zail olma, sona erme. 2. aşağılama, inme. 3. güneşin başucunda, tam tepeden bulunma vakti zeval zamanı, öğle zamanı.
zevc: çift, eş.
zevcyen: karı-koca, iki eş.
zevi'l-ukul: akıl sahipleri, akıllılar.
zikr: 1. zikir, anma, hatıra getirme. 2. ağıza alma, adını söyleme. 3. anlatma, ifade etme. 4. övme, iyilikle anma. 5. tasavvufi anlamıyla allah adını anarak zikretme.
zikr-i cemil: hoş zikir, övgü.
zikrullah: allah'ı anma.
zillet: alçaklık, aşağılık.
zimmî: 1. islâm devletinde yaşayan gayr-i müslim. 2. haraç veren, raiyye.
zinet: süs eşyası, bezek.
zira': dirsekten orta parmak ucuna kadar olan uzunluk ölçüsü, 75-90 santim arasında değişir.
zîrahim-i mahrem: nikah düşmeyen akraba kadın.
zişan: şanlı, tanınmış, gösterişli.
ziya: ışık, aydınlık.
zuhr: öğle vakti, öğle namazı.
zulm: zulüm, haksızlık, eziyet.
zulmet: karanlık.
zübde: bir şeyin en seçkin parçası, öz, özet.
zübur-zübür: kitaplar, yazılı şeyler.
zühd: dünya lezzetlerinden el çekerek ibadetle meşgul olma, sofuluk.
zühûl: isteyerek veya elde olmayarak unutma, geçiştirme, yanılma.
zülcelal: celal sahibi, allah.
zülkarneyn: iki boynuz sahibi, kur'ân-ı kerim'de adı geçen bir hükümdar, iki yönlü.
züll: horluk, hakirlik, alçaklık.
zürriyet: soy, nesil, kuşak.
Osmanlıca sözlük etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Osmanlıca sözlük etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Osmanlica sozluk - y
Osmanlıca sözlük - y
Yâd: 1. anma, hatırda tutma, zikretme. 2. hediye. 3. hatıra. 4. hatır gönül.
yakaza: uyanıklık, dikkatli olma, uyku ile uyanıklık arasındaki hal.
yârân: dostlar, sadık arkadaşlar, sevgililer.
ye'cüc ve me'cüc: kur'ân-ı kerim'de bahse husus edilen ve kısa boylu olacakları söylenen, ortalığı fitne ve anarşiye boğacak olan bir kavmin adı.
yed: el, (mecazen) güç, kudret, yardım.
yemîn-i gamûs: yalan yere bile bile yapılan yemin.
yemîn-i mün'akide: akit yemini, and içme.
yetîm: babası ölmüş çocuk.
yeûs: "ye's"den: ümitsiz.
yevm: gün.
yevm-i kıyâmet: kıyamet günü.
yezdân: 1. allah (c. c. ). 2. mecûsilere göre hayırları yaratan hayır tanrısı.
Yâd: 1. anma, hatırda tutma, zikretme. 2. hediye. 3. hatıra. 4. hatır gönül.
yakaza: uyanıklık, dikkatli olma, uyku ile uyanıklık arasındaki hal.
yârân: dostlar, sadık arkadaşlar, sevgililer.
ye'cüc ve me'cüc: kur'ân-ı kerim'de bahse husus edilen ve kısa boylu olacakları söylenen, ortalığı fitne ve anarşiye boğacak olan bir kavmin adı.
yed: el, (mecazen) güç, kudret, yardım.
yemîn-i gamûs: yalan yere bile bile yapılan yemin.
yemîn-i mün'akide: akit yemini, and içme.
yetîm: babası ölmüş çocuk.
yeûs: "ye's"den: ümitsiz.
yevm: gün.
yevm-i kıyâmet: kıyamet günü.
yezdân: 1. allah (c. c. ). 2. mecûsilere göre hayırları yaratan hayır tanrısı.
Osmanlica sozluk - v
Osmanlıca sözlük - v
Vâcib: lazım, zorunlu olan, yerine getirilmesi her müslüman için lazım ve zorunlu olan allah'ın emirleri.
vâcibât: yapılması lazım olan şeyler, farzlar.
vâcibu'l-vücûd: vücudu mutlak var olan, yokluğu olası olmayan allah.
vadi: 1. bir nehrin yatağı. 2. iki dağ arasındaki uzun çukur. 3. yol, stil, metod, dere.
vaftiz: hıristiyanlığa yeni girenin ve çocuğunun dine girmesi için lazım sayılan, suya sokma töreni.
vahdet: 1. birlik, bir ve tek olma. 2. yalnızlık, kendi kendine kalış.
vahdet-i vücud: varlıkların tek asıldan çıkma inanışı.. tasavvufî bir görüş. varoluşun tek kaynağa bağlılığı.
vahim: ağır, sonu tehlikeli, çok korkulu.
vahiy: ilâhî bilgi allah'tan peygamberlere gelen özelliği, allah'ın dilediği şeyleri peygambere bildirmesi.
vaîd: iyiliğe sevk veya kötülükten kurtarmak için ileride olacak kesin hadiseleri haber vererek korkutmak, cehennemi haber vermek.
vakar: ağırbaşlılık, kalp rahatlığı.
vâki: 1. vuku bulan, olan. 2. olağan, olmuş, mevcut.
vâlid: baba, doğurtan.
valide: ana, doğuran.
valideyn: ana-baba.
vâreste: afvedilmiş, halâs bulmuş, kurtulmuş, rahat, serbest.
vârid: 1. ulaşan, yetişen, gelen, erişen. 2. akla gelen. 3. bir şey ile ilgili söylenen, uygulanan.
vâsıl: ulaşan, erişen, kavuşan.
vasıyyet: bir işi birisine havale etmek, emir, bir malı veya menfaati ölümden sonrası için bir kişiye veya hayır cihetine teberru yolu ile temlik etmek.
vasîyle: cahiliye döneminde bir koyun dişi doğurursa yavru sahibinin, erkek doğurursa ilâhlarının olurdu. koyun dişi ve erkek yavru doğurduğu takdirde dişi yüzünden erkek yavru da kurban edilmezdi. buna vasîyle denirdi.
vatı': ayak altına alıp çiğneme, ideal hale getirme, cima.
vebal: günah, zarar, ziyan, şiddet, ağırlık, azap, doğru olmayan bir hareketin manevî sorumluluğu.
vecd: 1. aşk, muhabbet. 2. kendinden geçmek, kendini unutacak kadar aşk hâli.
vech: 1. yüz, çehre, surat. 2. stil, üslub. 3. alın, ön, satıh, cephe.
vecibe: çok lazım ve koşul olan şey. borç hükmünde olan görev, yapılması mecburi iş.
veciz: 1. özdeyiş. 2. kısa, toplu.
vedûd: çok şefkatli, kendisine çok sevgi beslenen. esmâ-i hüsnâdan.
vefd: 1. delege, murahhas, elçi. 2. gelme, vurma, ulaşma. 3. hususi bir işle başkasının yanına varma, elçilik.
vehbî: doğuştan, allah vergisi, çalışmakla kazanılmayıp allah'ın lütfu ile olan.
vehhab: çok fazla bağışlayan, ihsan eden, allah'ın isimlerinden biri.
velâyet: veli olan kimsenin hali, dervişlik, dostluk, sadakat, başkasına sözünü geçirmek.
veled: erkek çocuk, oğul, çocuk.
veled-i zinâ: meşru olmayan birleşmeden doğan çocuk, nikah dışı birleşmeden doğan çocuk.
veli: 1. sahip, malik, evliya, koruyucu, muhafaza eden, ufak çocukların halinden sorumlu kişi, baba, ata. 2. velâkin, fakat, amma.
veliyyü'l-emir: emir veren, emir sahibi olan.
velyetme: birbirleri ardı sıra gitmek birini takip etmek.
vesîle: bahane, sebep, fırsat, ideal durum.
vesvese: kuşku, kuruntu, tereddüt.
veter: yay kirişi.
veyl: vay durumuna, yazık, hüzün ve hüsran. cehennemde bir çukurun adı.
veylettirmek: birbirleri ardı sıra götürmek, birbirleri ardı sıra gelmeyi sağlamak.
vikaye: koruma, koruyuculuk, sahip olma, arka çıkma, kayırma.
vilâdet: doğmak, doğuş, dünyaya gelmek, doğurmak.
vilâyet: 1. il. 2. velilik, ermişlik. 3. veli olan kimsenin hali. 4. başkasına sözünü geçirme.
vird: sıkça ve sürekli okunan dua.
visâl: kavuşma, sevdiğine ulaşma, ayrılıktan kurtulma.
vizr: günah, yük, ağırlık, yük götürmek, sırta vurulan ağır yük.
vukuf: bir şeyi bilme, öğrenmiş olma.
vustâ: orta.
vücûd: varlık, var olmak, bulunmak, cesed, cisim, ten, gövde.
Vâcib: lazım, zorunlu olan, yerine getirilmesi her müslüman için lazım ve zorunlu olan allah'ın emirleri.
vâcibât: yapılması lazım olan şeyler, farzlar.
vâcibu'l-vücûd: vücudu mutlak var olan, yokluğu olası olmayan allah.
vadi: 1. bir nehrin yatağı. 2. iki dağ arasındaki uzun çukur. 3. yol, stil, metod, dere.
vaftiz: hıristiyanlığa yeni girenin ve çocuğunun dine girmesi için lazım sayılan, suya sokma töreni.
vahdet: 1. birlik, bir ve tek olma. 2. yalnızlık, kendi kendine kalış.
vahdet-i vücud: varlıkların tek asıldan çıkma inanışı.. tasavvufî bir görüş. varoluşun tek kaynağa bağlılığı.
vahim: ağır, sonu tehlikeli, çok korkulu.
vahiy: ilâhî bilgi allah'tan peygamberlere gelen özelliği, allah'ın dilediği şeyleri peygambere bildirmesi.
vaîd: iyiliğe sevk veya kötülükten kurtarmak için ileride olacak kesin hadiseleri haber vererek korkutmak, cehennemi haber vermek.
vakar: ağırbaşlılık, kalp rahatlığı.
vâki: 1. vuku bulan, olan. 2. olağan, olmuş, mevcut.
vâlid: baba, doğurtan.
valide: ana, doğuran.
valideyn: ana-baba.
vâreste: afvedilmiş, halâs bulmuş, kurtulmuş, rahat, serbest.
vârid: 1. ulaşan, yetişen, gelen, erişen. 2. akla gelen. 3. bir şey ile ilgili söylenen, uygulanan.
vâsıl: ulaşan, erişen, kavuşan.
vasıyyet: bir işi birisine havale etmek, emir, bir malı veya menfaati ölümden sonrası için bir kişiye veya hayır cihetine teberru yolu ile temlik etmek.
vasîyle: cahiliye döneminde bir koyun dişi doğurursa yavru sahibinin, erkek doğurursa ilâhlarının olurdu. koyun dişi ve erkek yavru doğurduğu takdirde dişi yüzünden erkek yavru da kurban edilmezdi. buna vasîyle denirdi.
vatı': ayak altına alıp çiğneme, ideal hale getirme, cima.
vebal: günah, zarar, ziyan, şiddet, ağırlık, azap, doğru olmayan bir hareketin manevî sorumluluğu.
vecd: 1. aşk, muhabbet. 2. kendinden geçmek, kendini unutacak kadar aşk hâli.
vech: 1. yüz, çehre, surat. 2. stil, üslub. 3. alın, ön, satıh, cephe.
vecibe: çok lazım ve koşul olan şey. borç hükmünde olan görev, yapılması mecburi iş.
veciz: 1. özdeyiş. 2. kısa, toplu.
vedûd: çok şefkatli, kendisine çok sevgi beslenen. esmâ-i hüsnâdan.
vefd: 1. delege, murahhas, elçi. 2. gelme, vurma, ulaşma. 3. hususi bir işle başkasının yanına varma, elçilik.
vehbî: doğuştan, allah vergisi, çalışmakla kazanılmayıp allah'ın lütfu ile olan.
vehhab: çok fazla bağışlayan, ihsan eden, allah'ın isimlerinden biri.
velâyet: veli olan kimsenin hali, dervişlik, dostluk, sadakat, başkasına sözünü geçirmek.
veled: erkek çocuk, oğul, çocuk.
veled-i zinâ: meşru olmayan birleşmeden doğan çocuk, nikah dışı birleşmeden doğan çocuk.
veli: 1. sahip, malik, evliya, koruyucu, muhafaza eden, ufak çocukların halinden sorumlu kişi, baba, ata. 2. velâkin, fakat, amma.
veliyyü'l-emir: emir veren, emir sahibi olan.
velyetme: birbirleri ardı sıra gitmek birini takip etmek.
vesîle: bahane, sebep, fırsat, ideal durum.
vesvese: kuşku, kuruntu, tereddüt.
veter: yay kirişi.
veyl: vay durumuna, yazık, hüzün ve hüsran. cehennemde bir çukurun adı.
veylettirmek: birbirleri ardı sıra götürmek, birbirleri ardı sıra gelmeyi sağlamak.
vikaye: koruma, koruyuculuk, sahip olma, arka çıkma, kayırma.
vilâdet: doğmak, doğuş, dünyaya gelmek, doğurmak.
vilâyet: 1. il. 2. velilik, ermişlik. 3. veli olan kimsenin hali. 4. başkasına sözünü geçirme.
vird: sıkça ve sürekli okunan dua.
visâl: kavuşma, sevdiğine ulaşma, ayrılıktan kurtulma.
vizr: günah, yük, ağırlık, yük götürmek, sırta vurulan ağır yük.
vukuf: bir şeyi bilme, öğrenmiş olma.
vustâ: orta.
vücûd: varlık, var olmak, bulunmak, cesed, cisim, ten, gövde.
Osmanlica sozluk - u
Osmanlıca sözlük - ü
Ülfet: 1. alışma, kaynaşma. 2. görüşme, konuşma. 3. dostluk.
ümera: emirler, beyler, yöneticiler.
ümid: umut, ümit.
ümmet: bir peygambere inanan insan topluluğu.
ümmî: anasından doğduğu gibi kalıp, okuyup yazma öğrenmeyen kimse.
ümmü'l-habâis: (kötülüklerin anası) şarap, içki.
ümmü'l-kura: şehirlerin anası, mekke-i mükerreme.
ünsiyyet: alışkanlık, sokulganlık, düşüp kalkma.
ünvan: lakap, ünvan.
üslub: stil, şekil, ifade yolu.
Ülfet: 1. alışma, kaynaşma. 2. görüşme, konuşma. 3. dostluk.
ümera: emirler, beyler, yöneticiler.
ümid: umut, ümit.
ümmet: bir peygambere inanan insan topluluğu.
ümmî: anasından doğduğu gibi kalıp, okuyup yazma öğrenmeyen kimse.
ümmü'l-habâis: (kötülüklerin anası) şarap, içki.
ümmü'l-kura: şehirlerin anası, mekke-i mükerreme.
ünsiyyet: alışkanlık, sokulganlık, düşüp kalkma.
ünvan: lakap, ünvan.
üslub: stil, şekil, ifade yolu.
Osmanlica sozluk - u
Osmanlıca sözlük - u
Ubudiyyet: kulluk, kölelik, bağlılık, aşırı mensupluk.
uhrevî: ahiretle ilgili, öteki dünyaya ilişkin.
uhuvvet: kardeşlik, dostluk, bağlılık.
ukalâ: 1. akıllılar. 2. akıllılık iddia edenler, ukelalar.
ukde: düğüm, zor iş, muamma.
ukubet: ceza, azap, işkence, eziyet.
ulema: âlimler, bilginler.
uluhiyyet: allahlık, ilâhlık.
ulum: ilimler, bilimler.
ulum-i âliyye: 1. sarf ve nahiv gibi âlet ve anahtar halinde olan ilimler. 2. "ayn" ile yüce ilimler, din ilimleri.
ulü'l-emr: emir sahipleri, buyruk sahipleri, kadılar, idareciler, yöneticiler.
ulvî: yüce, yüksek, göğe ve manevî âleme mensup.
umde: 1. dayanacak, inanılacak şey. 2. güvenilecek yer, kimse.
umre: hac günleri dışında yapılan kâbe ve diğer mukaddes yerlerin ziyareti.
umum: genel olma, hep, herkes.
umumî: umumî, herkese ilişkin, herkesle ilgili, genel.
uryan: çıplak.
usul: bir ilmin veya tekniğin asıl konusundan önce öğrenilmesi gereken başlangıç bilgileri, başlangıç, tertip, düzen metod.
uzlet: yalnızlık, bir tarafa çekilip kendi kendine tenha kalma.
uzv: canlıyı meydana getiren parçaların her biri, organ.
Ubudiyyet: kulluk, kölelik, bağlılık, aşırı mensupluk.
uhrevî: ahiretle ilgili, öteki dünyaya ilişkin.
uhuvvet: kardeşlik, dostluk, bağlılık.
ukalâ: 1. akıllılar. 2. akıllılık iddia edenler, ukelalar.
ukde: düğüm, zor iş, muamma.
ukubet: ceza, azap, işkence, eziyet.
ulema: âlimler, bilginler.
uluhiyyet: allahlık, ilâhlık.
ulum: ilimler, bilimler.
ulum-i âliyye: 1. sarf ve nahiv gibi âlet ve anahtar halinde olan ilimler. 2. "ayn" ile yüce ilimler, din ilimleri.
ulü'l-emr: emir sahipleri, buyruk sahipleri, kadılar, idareciler, yöneticiler.
ulvî: yüce, yüksek, göğe ve manevî âleme mensup.
umde: 1. dayanacak, inanılacak şey. 2. güvenilecek yer, kimse.
umre: hac günleri dışında yapılan kâbe ve diğer mukaddes yerlerin ziyareti.
umum: genel olma, hep, herkes.
umumî: umumî, herkese ilişkin, herkesle ilgili, genel.
uryan: çıplak.
usul: bir ilmin veya tekniğin asıl konusundan önce öğrenilmesi gereken başlangıç bilgileri, başlangıç, tertip, düzen metod.
uzlet: yalnızlık, bir tarafa çekilip kendi kendine tenha kalma.
uzv: canlıyı meydana getiren parçaların her biri, organ.
Osmanlica sozluk - t
Osmanlıca sözlük - t
Taabbüd: ibadet, kulluk etmek.
taaccüb: şaşma, hayret etme, tahayyür.
taaddî: 1. geçme, öteye geçme, saldırma. 2. zulmetme, adaletsizlik. 3. örf, âdet ve kanunların sınırını aşma. 4. arapça'da lâzım bir fiili müteaddî yapmak.
taaddüd: çoğalma, birden çok olma, tekessür etme.
taam: yemek, yenen şey.
taat: ibadet etmek, allah'ın emirlerini yerine getirmek, itaat etmek.
tababet: hekimlik, tıp doktorluğu.
tabasbus: yaltaklanma, alçakça yalvarma.
tâbi: birinin arkasından giden, ona uyan, boyun eğen.
tâbiîn: hz. muhammed'i görmüş olanlara yetişmiş olanlar, sahabeden sonraki nesil.
ta'bîr: ifade, anlatım, anlamı olan söz, deyim, rüya yorma.
tâbut: sandık. ölü taşımaya mahsus sandık. hz. musa'ya inen on emrin konduğu sandık.
tac: hükümdarların başlarına giydikleri değerli taşlarla işlenmiş giyecek.
ta'dâd: 1. sayma. 2. teker teker söyleme, sayıp dökme.
ta'dil: aslına zarar vermeden değiştirmek, tadil etmek, tebdil etmek, hafifletmek, doğrulaştırmak.
tadilat: farklılıklar, doğrultmalar, değiştirmeler, tebdil etmeler.
ta'diye: tecavüz ettirmek, geçirmek. bir eylemi müteaddi hali koymak. (gramer terimi)
taglîb: bir ilgiden dolayı kelimeyi başka bir anlamı da içerisine alacak biçimde kullanma.
tağlîz: katılaştırma, kalınlaştırma, sertleştirme.
tağut: allah'tan başka tapınılan her şey.
tahammül: 1. yüklenmek, yükü üzerine almak, kaldırmak. 2. sabretmek, katlanmak.
taharet: temizlik, nezafet, temizlenmek.
tahdîs: söylemek, rivayet etmek. görülen iyiliği herkese söylemek.
tâhir: temiz, pâk, özürsüz.
tahiyye: selâmlar, dualar, hayır duaları, mülk, beka ve süreklilik, namazın iki ve dört rekâtı sonunda okunan ettahiyyat duası.
tahlil: 1. bir şeyi incelemek üzere parçalarına ayırma. 2. analiz.
tahmid: hamd etmek, övmek.
tahric: 1. çıkartma. meydana koyma. 2. müctehidlerin naslara, kaidelere, asıllara uyarak şer'î hükümleri ortaya koymaları.
tahrif: 1. bir yazıdaki cümlenin anlamını değiştirme. 2. bir yazıdaki adın veya cümlenin yerini değiştirme, bozma.
tahrifat: bir yazıdaki cümlelerin anlamlarını karıştırma, değiştirmeler.
tahrik: azdırma, kışkırtma, kımıldatma, yerinden oynatma, hareket ettirme, yola çıkarma.
tahrîm: haram kılma, yasak etme. mahrum bırakma.
tahrime: namaza başlanırken söylenen tekbir. hacıların ihrama bürünmeleri.
tahsis: bir şeyi birine mahsus kılma, ona özel yapma.
tahvil: 1. bir halden başka bir hale getirmek. değiştirmek. 2. borç senedi.
tahyîl: akla getirme, zihinde canlandırma.
tahzir: 1. yasaklama, sakındırma, önleme. 2. hazırlama.
tâife: cemaat, grup, kavm, kabile, takım.
takaddüm: 1. önce gelme. 2. ileri geçme.
takbîh: çirkin görmek, beğenmemek, kabahatli bulmak, kötü gördüğünü bildirmek.
takdîr-i ilâhî: allah'ın takdiri.
takıyye: 1. sakınmak, kendini koruyup, çekinmek. 2. birinin bağlı olduğu mezhebi gizlemesi.
takip: gözetmek, yolunda gitmek, ardından yürümek, suçlunun suçunu araştırmak, izlemek.
takvâ: "vikâye"den. allah'ın emirlerini tutup, yasaklarından kaçınmak.
talâk: 1. boşamak, boşanmak. 2. bağlı olan bir şeyi çözmek, ayırmak. 3. nikâhlı karısını bırakmak.
talâk-ı bâyin: zevcenin iddet süresi (üç temizlenme vakti) bitmeden tekrar kocasına dönmehakkı bulunmayan talâk.
talâk-ı ric'î: erkeğin karısını boşadıktan sonra tekrar karısına dönmesini olası kılan boşanma biçimi.
tâlî: ikinci derecede, sonradan gelen.
tâlib: isteyen, istekli, talebe, öğrenci.
ta'lik: asmak, geciktirmek, bağlamak, bir zamana bırakmak, arap yazısının bir çeşidi.
ta'lim: öğretmek, yetiştirmek, alıştırmak, belli etmek, idman.
tallahi: anlamı kuvvetlendirme için vallahi ve billahiden sonra söylenen yemin sözü.
taltif: lütfetme, bir iyilik ederek gönlünü alma, iltifat etmek.
tama': aç gözlülük, şiddetli arzu.
ta'mim: umumileştirme, herkese bildirme, genelge.
ta'n: 1. güzel görmemek, kötülemek. 2. birisinin ayıp ve kusurlarını söylemek. 3. küfretmek. 4. muhalifin iddialarını çürütmek.
tantana: çok lüks içerisinde olmak. gösteriş, gürültü patırdı.
tarafeyn: iki taraf, davada, karşılıklı iki hasım, her iki taraf.
tarassud: bir şeyi çok dikkat ederek gözetleme.
tarfetü'l-ayn: göz kapağının açılıp kapanışı kadar geçen kısa vakit.
tarîk: yol. meslek, stil.
tarikat: maneviyat yolu.
ta'riz: dokunaklı söz söylemek, kapalıca yapılan sitem, kinaye ile söylemek.
tasadduk: sadaka vermek, doğru olduğu ortaya çıkmak.
tasarruf: idare ile kullanmak.
tasavvuf: dinin ruhsal hayatla ilgili yönünü husus edinen bilim veya meslek.
tashif: yanlış yazma, hem anlamı, hem de kelimeyi değiştirme. yanılıp yanlış kelime yazma.
tasnif: 1. sınıf sınıf etme, sıralama. 2. kitap yazma. 3. sınıflama.
tasvir: 1. bir şeyin biçimini çıkarma, resmini yapma. 2. resim yaparcasına hoş tarif etme, tanımlama.
tatbik: yakıştırmak. yerine getirmek. bir kanun hükmünü, kaide veya emri yerine getirmek. kıyas ve tahmin etmek.
tathîr u tezhîb: temizlemek ve süslemek.
tathir: temizlemek, yıkayıp pak etmek.
tatil: çalışmaya ara vermek, izine başlamak, kesmek, allah'ın sıfatlarını inkâr eden felsefecilerin mesleği.
tatlîk: boşamak, nikahı fesh etmek.
tâun: tehlikeli ve bulaşıcı veba hastalığı.
tavaf: ziyaret etmek, ziyaret maksadıyla etrafını dolaşmak, hacıların kâbe çevresinde yedi kez dolaşmaları.
tav'an: isteyerek, zorlamadan, kendi isteğiyle.
tavsiye: 1. vasiyet bırakma. 2. ısmarlama, sipariş etme. 3. birini iyi tanıtma, işinin olmasını dileme.
tavzih: açıklamak, açık olarak bildirmek.
tayyibat: temiz olan şeyler.
tazammun: 1. başka şeyler arasında bir şeyi daha içerisine alma. 2. kefil olma.
tazarru': 1. bir şeye gizlice yakarma. 2. kendi kusurlarını bilip kibirden vazgeçip tevazu ile yalvarmak, ağlayıp, sızlamak.
ta'zîm: 1. büyükleme, ululama, büyük sayma. 2. ikram etme, saygı gösterme.
ta'zîr: 1. islâm hukukunda ile ilgili belli bir ceza olmayan suçlardan dolayı uygulanan cezalar. 2. red, icbar, tedib.
teâmül: 1. iş, muamele. 2. bir yerde insanlar arasında olağan muamele.
teâruz: 1. iki kişi arasındaki zıddıyet. karşıtlık. 2. çatışma.
tebaa (tebea): bir devletin hükmünde bulunmakta olan (türkiye devletinin tebaası gibi).
tebdîl: değiştirme. başka kılığa koyma.
tebennî: evlat edinme.
teberrük: bir şeyi bereket veya saadet vesilesi sayarak almak veya vermek. uğur ve bereket saymak.
tebeyyün: belli olmak, açığa çıkmak, görülüp anlaşılmak.
teb'ız: bölmek, bölük bölük etmek, bir kısma ilişkin etmek, parçalamak.
tecezzî: parçalara ayrılma ve bölünme, ufalanma.
techîz ve tekfîn: ölünün kefenlenmesi.
techîz: lazım şeyleri tamamlama, donatım.
tecil: başka zamana bırakma, tehir, erteleme.
tecrid: 1. soyma, soyutlama. 2. bir tarafta tutma, ayırma.
tecvid: kur'ân-ı kerim'i okuma kaidelerini (kurallarını) öğreten bilim.
tedâhül: iç içe olmak, birbirleri içerisine girmek.
tedrîc: derece derece ilerleme, ilerletme. azar azar hareket.
tedricen: yavaş yavaş, azar azar, derece derece.
tedvir: idare etmek, yönetmek, döndürmek, çevirmek, devrettirmek. kur'ân kırâetinde orta süratle okuma stili.
teehhül: evlenme, ehlileşme, ülfet ve ünsiyet eyleme.
teemmül: etraflıca düşünme.
tefekkür: fikretmek. düşünmek. düşünceyi harekete geçirmek. akıl yormak.
tefennün: fen öğrenme. pekçok şeyler bilme, çeşitli biçimde gösterme.
tefe'ül: fal açmak, bazı olayları uğurlu saymak, olacak şeyleri tahmin etmek.
tefrika: nifak, ayrılık, çözülme, dağılma.
tefrit: ortanın altında kalmak, normalden aşağı olmak.
tefsir: 1. örtülü bir şeyi açmak, yorumlamak. 2. kur'ân-ı kerim'in anlamını açıklayan bilim.
tehaddi: meydan okuma.
tehakküm: hükmetme, basınç yapma.
teheccüd namazı: gece uyanıp namaz kılmak, gece namazı.
tehekküm: "hekeme"den: 1. alay etme, eğlenme. 2. görünüşte ciddi, hakikatte alaydan ibaret olan eğlenme.
tehlîl: "lâ ilâhe illâllah" demek.
tehzib: ıslah etme, düzenleme.
tekabül: karşılıklı olma, bir şeyin karşılığı olma, yüzleşme, karşılık olma, karşılama.
tekâfül: dayanışma, kefilleşme.
tekbîr: "allahü ekber" demek.
tekdîr: azarlama, kederlenme.
tekebbür: kibirlenmek, kendini büyük saymak, nefsini büyük görmek.
tekellüf: 1. kendi isteği ile bir zorluğa katlanmak. 2. gösterişe kapılmak. özenmek. yapmacık hâl ve hareket. zoraki hareket.
te'kîd: 1. sağlamlaştırma. 2. bir iş için önce yazılanı bir daha tekrarlama.
tekvîn: var etmek, meydana getirmek, yaratmak, kelâm ilminde allah'ın subûti bir sıfatıdır, yokluktan vücuda getirmesi, icad etmesidir.
tekvinî: yaradılışla ilgili, var oluşla ilgili.
tekzîb: yalan isnad etme, yalancı çıkarma, yalan olduğunu belirtme.
telbiye: "lebbeyk allahümme lebbeyk" demek.
telhîs: kısaltma, özetleme, hulâsa-sını alma.
te'lîf: "ülfet"den. 1. uzlaştırma, barıştırma. 2. kitap, eser yazma.
telkîh: ilkah etmek, aşılamak, cinsinin üremesini sağlamak.
telmîh: bir şeyi açıkca söylemeyip ibarede bahsi geçmeyen bir kıssaya, bir fıkraya, bir ata sözüne veya meşhur bir şiire, bir söze işaret etmek. kapalı söylemek.
telvîn-i hitâb: sözün renklendirilmesi, çeşitlendirilmesi.
temâyüz: yükselme, üstün olma.
temcîd: allah'ın büyüklüğünü bildirmek. ta'zim ve senâ etmek. ramazan'da sahura kalkmak.
temdîd: devam ettirmek, uzatmak, sürdürmek, müddet vermek.
temessük: 1. tutunma, sarılma. 2. borç senedi.
te'mîn: 1. korkusunu giderme, güvenlik duygusu verme. 2. sağlamlaştırma. kesin bir hale koyma. sağlama.
temsîl: 1. bir şeyin aynını ya da mislini yapmak, benzetmek. 2. örnek, nümune, söz. canlandırma, piyes.
temyîz: ayırma, seçme, iyiyi kötüden ayırd etme.
tenâkuz: sözün birbirlerini tutmaması. çelişki.
tenasuh: bir ruhun bedenden bedene geçmesi, reankarnasyon.
tenasüb: 1. uygunluk, uyma, tutma. yakınlaşma. 2. anlamca birbirine ideal kelimeleri bir arada söze hoşluk vermek hedefi ile kullanmak.
tenasül: birbirlerinden doğup üreme, türeme, nesil yetiştirme.
tennûr: kapalı ocak, fırın, tandır.
tenzîh: 1. suç ve noksanlıktan uzak saymak. 2. kabahatsiz olduğu anlaşılmak ve onu ifade etmek.
terâhî: 1. işte gayretsizlik, gevşeklik, ihmal. 2. sonraya bırakma. 3. gecikme, geç kalma. 4. geri durma, geri çekilme.
terakkî: 1. ilerleme, yukarı çıkma, yükselme. 2. artma, çoğalma, gelişme.
tereke: ölen bir kimsenin mallarının hepsi.
terennüm: hoş güzel anlatma, yavaş ve hoş sesle şarkı söylemek.
tergîb: ümitlendirme, isteklendirme, şevklendirme, rağbet ettirme, özendirme.
terkîb-i izafî: isim tamlaması.
terkîb-i vasfî: sıfat tamlaması.
tertîb: 1. düzeltme. dizme, sıralama, düzene koyma. 2. hile ile aldatmak.
tertîl: kur'ân-ı kerim'i iyi ve kaidelerine (kurallarına) ideal şekilde tane tane okuma.
teshir: 1. büyüleme, sihir yapma, aldatma. 2. zaptetme, hakim olma. zorla ele geçirme. itaat ettirme. hakîr ve zelil etmek.
teslis: üçleme, ekanim-i selâse, allah'ı üç olarak kabul eden ve sonradan uydurulan hıristiyan inancı.
tesniye: ikilenen, ikil kelime.
teşbih: benzetmek, benzetiş. bir nitelikte saymak ve zannetmek.
teşbîh-i ma'kûs: tersine dönmüş benzetme, benzeyenle benzetilenin yer değiştirmesi.
teşci: cesaret verme, şecaatlandırma.
teşdîd: şiddetlendirme, sağlamlaştırma, kuvvet verme, güç verme.
teşrif: onurlandırma, onur verme, bir yeri onurlandırma, şereflendirme.
teşrî'î: 1. şeriat hükümleriyle ilgili. 2. kanun yapma kuvveti ve görevi hakkında.
teşrik: hz. ibrahim'e nisbet edilen ve yüksek sesle alınan tekbir.
teşrik-i mesai: işbirliği.
teşyî': uğurlama. selametleme.
tetimme: 1. tamam etme, tamamlama. 2. ek, noksanını tamamlamak için eklenen.
tevatür: 1. güçlü haber. 2. bir haberin ağızdan ağıza geçerek yayılması. (bakınız: mütevatir).
tevbih: azarlama, tekdîr.
tevcih: 1. yöneltme, çevirme. 2. verme.
tevekkül: allah'a güvenmek, kadere razı olmak, işi allah'a bırakmak.
tevhid: 1. birkaç şeyi bir etme, birleştirme. 2. birliğine inanma, bir sayma. 3. lâ ilâhe sözünü tekrarlama.
te'vil: bilinen anlamından başka bir anlamda yorumlama. başka anlam verme.
tevkifî: şeriatın belirlediği ve dondurduğu hüküm.
tevkil: birini vekil atama, birini vekil etme, vekil tanıma.
tevrat: hz. musa'ya indirilen ilâhî kitap.
tevriye: örtüp gizlemek.
teyakkuz: uyanıklık, önlem.
teyemmüm: 1. kast. 2. su bulunmadığı veya bulunup ta kullanılması olası olmadığı takdirde temiz toprak cinsinden bir şeyle abdestsizliği veya gusülsüzlüğü giderme işi.
te'yid: kuvvetlendirme. sağlamlaştırma.
tezad: 1. iki şeyin birbirine zıt olması, aksilik, terslik. 2. anlamca zıt olan kelimeleri bir arada toplamak.
tezekkür: 1. akla getirme, hatırlama, anımsama. 2. birkaç kişinin toplanarak bir işi konuşması, görüşme, müzakere etme.
tezhib: yaldızlama, süsleme.
tezkere: 1. pusla, betik. 2. gelişi güzel bir konuda izin verildiğini bildirmek için hükümetten alınan kâğıt.
tezkiye: temize çıkarma, aklama.
tezyin: süslemek, donatmak.
tıbak: uyum, uygunluk. iki zıt olayın ortak özelliğini ifade sanatı.
tıfl: ufak çocuk. her şeyin cüz ve parçası. batmaya yakın güneş..
tıynet: huy, yaratılış.
tih: çöl, susuz sahra. sinâ yarımadasındaki çöl.
tilavet: 1. okumak. 2. takip etmek, arkasına düşmek izlemek.
tubâ: cennet, cennette nimetlerle dolu olan ağaç.
tuğyan: zulüm ve küfürde çok ileri gitmek, azgınlık, taşkınlık.
tuhur: iki hayız arasındaki temizlik müddeti.
tûr: dağ, cebel, tûr-ı sina denilen tanınmış dağ, hz. musa'ya burada vahiy gelmiştir.
Taabbüd: ibadet, kulluk etmek.
taaccüb: şaşma, hayret etme, tahayyür.
taaddî: 1. geçme, öteye geçme, saldırma. 2. zulmetme, adaletsizlik. 3. örf, âdet ve kanunların sınırını aşma. 4. arapça'da lâzım bir fiili müteaddî yapmak.
taaddüd: çoğalma, birden çok olma, tekessür etme.
taam: yemek, yenen şey.
taat: ibadet etmek, allah'ın emirlerini yerine getirmek, itaat etmek.
tababet: hekimlik, tıp doktorluğu.
tabasbus: yaltaklanma, alçakça yalvarma.
tâbi: birinin arkasından giden, ona uyan, boyun eğen.
tâbiîn: hz. muhammed'i görmüş olanlara yetişmiş olanlar, sahabeden sonraki nesil.
ta'bîr: ifade, anlatım, anlamı olan söz, deyim, rüya yorma.
tâbut: sandık. ölü taşımaya mahsus sandık. hz. musa'ya inen on emrin konduğu sandık.
tac: hükümdarların başlarına giydikleri değerli taşlarla işlenmiş giyecek.
ta'dâd: 1. sayma. 2. teker teker söyleme, sayıp dökme.
ta'dil: aslına zarar vermeden değiştirmek, tadil etmek, tebdil etmek, hafifletmek, doğrulaştırmak.
tadilat: farklılıklar, doğrultmalar, değiştirmeler, tebdil etmeler.
ta'diye: tecavüz ettirmek, geçirmek. bir eylemi müteaddi hali koymak. (gramer terimi)
taglîb: bir ilgiden dolayı kelimeyi başka bir anlamı da içerisine alacak biçimde kullanma.
tağlîz: katılaştırma, kalınlaştırma, sertleştirme.
tağut: allah'tan başka tapınılan her şey.
tahammül: 1. yüklenmek, yükü üzerine almak, kaldırmak. 2. sabretmek, katlanmak.
taharet: temizlik, nezafet, temizlenmek.
tahdîs: söylemek, rivayet etmek. görülen iyiliği herkese söylemek.
tâhir: temiz, pâk, özürsüz.
tahiyye: selâmlar, dualar, hayır duaları, mülk, beka ve süreklilik, namazın iki ve dört rekâtı sonunda okunan ettahiyyat duası.
tahlil: 1. bir şeyi incelemek üzere parçalarına ayırma. 2. analiz.
tahmid: hamd etmek, övmek.
tahric: 1. çıkartma. meydana koyma. 2. müctehidlerin naslara, kaidelere, asıllara uyarak şer'î hükümleri ortaya koymaları.
tahrif: 1. bir yazıdaki cümlenin anlamını değiştirme. 2. bir yazıdaki adın veya cümlenin yerini değiştirme, bozma.
tahrifat: bir yazıdaki cümlelerin anlamlarını karıştırma, değiştirmeler.
tahrik: azdırma, kışkırtma, kımıldatma, yerinden oynatma, hareket ettirme, yola çıkarma.
tahrîm: haram kılma, yasak etme. mahrum bırakma.
tahrime: namaza başlanırken söylenen tekbir. hacıların ihrama bürünmeleri.
tahsis: bir şeyi birine mahsus kılma, ona özel yapma.
tahvil: 1. bir halden başka bir hale getirmek. değiştirmek. 2. borç senedi.
tahyîl: akla getirme, zihinde canlandırma.
tahzir: 1. yasaklama, sakındırma, önleme. 2. hazırlama.
tâife: cemaat, grup, kavm, kabile, takım.
takaddüm: 1. önce gelme. 2. ileri geçme.
takbîh: çirkin görmek, beğenmemek, kabahatli bulmak, kötü gördüğünü bildirmek.
takdîr-i ilâhî: allah'ın takdiri.
takıyye: 1. sakınmak, kendini koruyup, çekinmek. 2. birinin bağlı olduğu mezhebi gizlemesi.
takip: gözetmek, yolunda gitmek, ardından yürümek, suçlunun suçunu araştırmak, izlemek.
takvâ: "vikâye"den. allah'ın emirlerini tutup, yasaklarından kaçınmak.
talâk: 1. boşamak, boşanmak. 2. bağlı olan bir şeyi çözmek, ayırmak. 3. nikâhlı karısını bırakmak.
talâk-ı bâyin: zevcenin iddet süresi (üç temizlenme vakti) bitmeden tekrar kocasına dönmehakkı bulunmayan talâk.
talâk-ı ric'î: erkeğin karısını boşadıktan sonra tekrar karısına dönmesini olası kılan boşanma biçimi.
tâlî: ikinci derecede, sonradan gelen.
tâlib: isteyen, istekli, talebe, öğrenci.
ta'lik: asmak, geciktirmek, bağlamak, bir zamana bırakmak, arap yazısının bir çeşidi.
ta'lim: öğretmek, yetiştirmek, alıştırmak, belli etmek, idman.
tallahi: anlamı kuvvetlendirme için vallahi ve billahiden sonra söylenen yemin sözü.
taltif: lütfetme, bir iyilik ederek gönlünü alma, iltifat etmek.
tama': aç gözlülük, şiddetli arzu.
ta'mim: umumileştirme, herkese bildirme, genelge.
ta'n: 1. güzel görmemek, kötülemek. 2. birisinin ayıp ve kusurlarını söylemek. 3. küfretmek. 4. muhalifin iddialarını çürütmek.
tantana: çok lüks içerisinde olmak. gösteriş, gürültü patırdı.
tarafeyn: iki taraf, davada, karşılıklı iki hasım, her iki taraf.
tarassud: bir şeyi çok dikkat ederek gözetleme.
tarfetü'l-ayn: göz kapağının açılıp kapanışı kadar geçen kısa vakit.
tarîk: yol. meslek, stil.
tarikat: maneviyat yolu.
ta'riz: dokunaklı söz söylemek, kapalıca yapılan sitem, kinaye ile söylemek.
tasadduk: sadaka vermek, doğru olduğu ortaya çıkmak.
tasarruf: idare ile kullanmak.
tasavvuf: dinin ruhsal hayatla ilgili yönünü husus edinen bilim veya meslek.
tashif: yanlış yazma, hem anlamı, hem de kelimeyi değiştirme. yanılıp yanlış kelime yazma.
tasnif: 1. sınıf sınıf etme, sıralama. 2. kitap yazma. 3. sınıflama.
tasvir: 1. bir şeyin biçimini çıkarma, resmini yapma. 2. resim yaparcasına hoş tarif etme, tanımlama.
tatbik: yakıştırmak. yerine getirmek. bir kanun hükmünü, kaide veya emri yerine getirmek. kıyas ve tahmin etmek.
tathîr u tezhîb: temizlemek ve süslemek.
tathir: temizlemek, yıkayıp pak etmek.
tatil: çalışmaya ara vermek, izine başlamak, kesmek, allah'ın sıfatlarını inkâr eden felsefecilerin mesleği.
tatlîk: boşamak, nikahı fesh etmek.
tâun: tehlikeli ve bulaşıcı veba hastalığı.
tavaf: ziyaret etmek, ziyaret maksadıyla etrafını dolaşmak, hacıların kâbe çevresinde yedi kez dolaşmaları.
tav'an: isteyerek, zorlamadan, kendi isteğiyle.
tavsiye: 1. vasiyet bırakma. 2. ısmarlama, sipariş etme. 3. birini iyi tanıtma, işinin olmasını dileme.
tavzih: açıklamak, açık olarak bildirmek.
tayyibat: temiz olan şeyler.
tazammun: 1. başka şeyler arasında bir şeyi daha içerisine alma. 2. kefil olma.
tazarru': 1. bir şeye gizlice yakarma. 2. kendi kusurlarını bilip kibirden vazgeçip tevazu ile yalvarmak, ağlayıp, sızlamak.
ta'zîm: 1. büyükleme, ululama, büyük sayma. 2. ikram etme, saygı gösterme.
ta'zîr: 1. islâm hukukunda ile ilgili belli bir ceza olmayan suçlardan dolayı uygulanan cezalar. 2. red, icbar, tedib.
teâmül: 1. iş, muamele. 2. bir yerde insanlar arasında olağan muamele.
teâruz: 1. iki kişi arasındaki zıddıyet. karşıtlık. 2. çatışma.
tebaa (tebea): bir devletin hükmünde bulunmakta olan (türkiye devletinin tebaası gibi).
tebdîl: değiştirme. başka kılığa koyma.
tebennî: evlat edinme.
teberrük: bir şeyi bereket veya saadet vesilesi sayarak almak veya vermek. uğur ve bereket saymak.
tebeyyün: belli olmak, açığa çıkmak, görülüp anlaşılmak.
teb'ız: bölmek, bölük bölük etmek, bir kısma ilişkin etmek, parçalamak.
tecezzî: parçalara ayrılma ve bölünme, ufalanma.
techîz ve tekfîn: ölünün kefenlenmesi.
techîz: lazım şeyleri tamamlama, donatım.
tecil: başka zamana bırakma, tehir, erteleme.
tecrid: 1. soyma, soyutlama. 2. bir tarafta tutma, ayırma.
tecvid: kur'ân-ı kerim'i okuma kaidelerini (kurallarını) öğreten bilim.
tedâhül: iç içe olmak, birbirleri içerisine girmek.
tedrîc: derece derece ilerleme, ilerletme. azar azar hareket.
tedricen: yavaş yavaş, azar azar, derece derece.
tedvir: idare etmek, yönetmek, döndürmek, çevirmek, devrettirmek. kur'ân kırâetinde orta süratle okuma stili.
teehhül: evlenme, ehlileşme, ülfet ve ünsiyet eyleme.
teemmül: etraflıca düşünme.
tefekkür: fikretmek. düşünmek. düşünceyi harekete geçirmek. akıl yormak.
tefennün: fen öğrenme. pekçok şeyler bilme, çeşitli biçimde gösterme.
tefe'ül: fal açmak, bazı olayları uğurlu saymak, olacak şeyleri tahmin etmek.
tefrika: nifak, ayrılık, çözülme, dağılma.
tefrit: ortanın altında kalmak, normalden aşağı olmak.
tefsir: 1. örtülü bir şeyi açmak, yorumlamak. 2. kur'ân-ı kerim'in anlamını açıklayan bilim.
tehaddi: meydan okuma.
tehakküm: hükmetme, basınç yapma.
teheccüd namazı: gece uyanıp namaz kılmak, gece namazı.
tehekküm: "hekeme"den: 1. alay etme, eğlenme. 2. görünüşte ciddi, hakikatte alaydan ibaret olan eğlenme.
tehlîl: "lâ ilâhe illâllah" demek.
tehzib: ıslah etme, düzenleme.
tekabül: karşılıklı olma, bir şeyin karşılığı olma, yüzleşme, karşılık olma, karşılama.
tekâfül: dayanışma, kefilleşme.
tekbîr: "allahü ekber" demek.
tekdîr: azarlama, kederlenme.
tekebbür: kibirlenmek, kendini büyük saymak, nefsini büyük görmek.
tekellüf: 1. kendi isteği ile bir zorluğa katlanmak. 2. gösterişe kapılmak. özenmek. yapmacık hâl ve hareket. zoraki hareket.
te'kîd: 1. sağlamlaştırma. 2. bir iş için önce yazılanı bir daha tekrarlama.
tekvîn: var etmek, meydana getirmek, yaratmak, kelâm ilminde allah'ın subûti bir sıfatıdır, yokluktan vücuda getirmesi, icad etmesidir.
tekvinî: yaradılışla ilgili, var oluşla ilgili.
tekzîb: yalan isnad etme, yalancı çıkarma, yalan olduğunu belirtme.
telbiye: "lebbeyk allahümme lebbeyk" demek.
telhîs: kısaltma, özetleme, hulâsa-sını alma.
te'lîf: "ülfet"den. 1. uzlaştırma, barıştırma. 2. kitap, eser yazma.
telkîh: ilkah etmek, aşılamak, cinsinin üremesini sağlamak.
telmîh: bir şeyi açıkca söylemeyip ibarede bahsi geçmeyen bir kıssaya, bir fıkraya, bir ata sözüne veya meşhur bir şiire, bir söze işaret etmek. kapalı söylemek.
telvîn-i hitâb: sözün renklendirilmesi, çeşitlendirilmesi.
temâyüz: yükselme, üstün olma.
temcîd: allah'ın büyüklüğünü bildirmek. ta'zim ve senâ etmek. ramazan'da sahura kalkmak.
temdîd: devam ettirmek, uzatmak, sürdürmek, müddet vermek.
temessük: 1. tutunma, sarılma. 2. borç senedi.
te'mîn: 1. korkusunu giderme, güvenlik duygusu verme. 2. sağlamlaştırma. kesin bir hale koyma. sağlama.
temsîl: 1. bir şeyin aynını ya da mislini yapmak, benzetmek. 2. örnek, nümune, söz. canlandırma, piyes.
temyîz: ayırma, seçme, iyiyi kötüden ayırd etme.
tenâkuz: sözün birbirlerini tutmaması. çelişki.
tenasuh: bir ruhun bedenden bedene geçmesi, reankarnasyon.
tenasüb: 1. uygunluk, uyma, tutma. yakınlaşma. 2. anlamca birbirine ideal kelimeleri bir arada söze hoşluk vermek hedefi ile kullanmak.
tenasül: birbirlerinden doğup üreme, türeme, nesil yetiştirme.
tennûr: kapalı ocak, fırın, tandır.
tenzîh: 1. suç ve noksanlıktan uzak saymak. 2. kabahatsiz olduğu anlaşılmak ve onu ifade etmek.
terâhî: 1. işte gayretsizlik, gevşeklik, ihmal. 2. sonraya bırakma. 3. gecikme, geç kalma. 4. geri durma, geri çekilme.
terakkî: 1. ilerleme, yukarı çıkma, yükselme. 2. artma, çoğalma, gelişme.
tereke: ölen bir kimsenin mallarının hepsi.
terennüm: hoş güzel anlatma, yavaş ve hoş sesle şarkı söylemek.
tergîb: ümitlendirme, isteklendirme, şevklendirme, rağbet ettirme, özendirme.
terkîb-i izafî: isim tamlaması.
terkîb-i vasfî: sıfat tamlaması.
tertîb: 1. düzeltme. dizme, sıralama, düzene koyma. 2. hile ile aldatmak.
tertîl: kur'ân-ı kerim'i iyi ve kaidelerine (kurallarına) ideal şekilde tane tane okuma.
teshir: 1. büyüleme, sihir yapma, aldatma. 2. zaptetme, hakim olma. zorla ele geçirme. itaat ettirme. hakîr ve zelil etmek.
teslis: üçleme, ekanim-i selâse, allah'ı üç olarak kabul eden ve sonradan uydurulan hıristiyan inancı.
tesniye: ikilenen, ikil kelime.
teşbih: benzetmek, benzetiş. bir nitelikte saymak ve zannetmek.
teşbîh-i ma'kûs: tersine dönmüş benzetme, benzeyenle benzetilenin yer değiştirmesi.
teşci: cesaret verme, şecaatlandırma.
teşdîd: şiddetlendirme, sağlamlaştırma, kuvvet verme, güç verme.
teşrif: onurlandırma, onur verme, bir yeri onurlandırma, şereflendirme.
teşrî'î: 1. şeriat hükümleriyle ilgili. 2. kanun yapma kuvveti ve görevi hakkında.
teşrik: hz. ibrahim'e nisbet edilen ve yüksek sesle alınan tekbir.
teşrik-i mesai: işbirliği.
teşyî': uğurlama. selametleme.
tetimme: 1. tamam etme, tamamlama. 2. ek, noksanını tamamlamak için eklenen.
tevatür: 1. güçlü haber. 2. bir haberin ağızdan ağıza geçerek yayılması. (bakınız: mütevatir).
tevbih: azarlama, tekdîr.
tevcih: 1. yöneltme, çevirme. 2. verme.
tevekkül: allah'a güvenmek, kadere razı olmak, işi allah'a bırakmak.
tevhid: 1. birkaç şeyi bir etme, birleştirme. 2. birliğine inanma, bir sayma. 3. lâ ilâhe sözünü tekrarlama.
te'vil: bilinen anlamından başka bir anlamda yorumlama. başka anlam verme.
tevkifî: şeriatın belirlediği ve dondurduğu hüküm.
tevkil: birini vekil atama, birini vekil etme, vekil tanıma.
tevrat: hz. musa'ya indirilen ilâhî kitap.
tevriye: örtüp gizlemek.
teyakkuz: uyanıklık, önlem.
teyemmüm: 1. kast. 2. su bulunmadığı veya bulunup ta kullanılması olası olmadığı takdirde temiz toprak cinsinden bir şeyle abdestsizliği veya gusülsüzlüğü giderme işi.
te'yid: kuvvetlendirme. sağlamlaştırma.
tezad: 1. iki şeyin birbirine zıt olması, aksilik, terslik. 2. anlamca zıt olan kelimeleri bir arada toplamak.
tezekkür: 1. akla getirme, hatırlama, anımsama. 2. birkaç kişinin toplanarak bir işi konuşması, görüşme, müzakere etme.
tezhib: yaldızlama, süsleme.
tezkere: 1. pusla, betik. 2. gelişi güzel bir konuda izin verildiğini bildirmek için hükümetten alınan kâğıt.
tezkiye: temize çıkarma, aklama.
tezyin: süslemek, donatmak.
tıbak: uyum, uygunluk. iki zıt olayın ortak özelliğini ifade sanatı.
tıfl: ufak çocuk. her şeyin cüz ve parçası. batmaya yakın güneş..
tıynet: huy, yaratılış.
tih: çöl, susuz sahra. sinâ yarımadasındaki çöl.
tilavet: 1. okumak. 2. takip etmek, arkasına düşmek izlemek.
tubâ: cennet, cennette nimetlerle dolu olan ağaç.
tuğyan: zulüm ve küfürde çok ileri gitmek, azgınlık, taşkınlık.
tuhur: iki hayız arasındaki temizlik müddeti.
tûr: dağ, cebel, tûr-ı sina denilen tanınmış dağ, hz. musa'ya burada vahiy gelmiştir.
Osmanlica sozluk - s
Osmanlıca sözlük - ş
Şaibe: 1. leke, kir, pislik, süprüntü. 2. eksiklik, noksanlık, kusur.
şakî: 1. haydut, yol kesen. 2. her türlü günahı işleyecek bahtsız, haylaz, habis.
şâkî: şikayetçi, şikâyet eden.
şakik: 1. ikiye bölünmüş bir şeyin yarısı. 2. ana baba bir erkek kardeş.
şakika: 1. ana baba bir kız kardeş. 2. yarım başağrısı.
şâmil: kaplayan, çevreleyen, içerisine alan, genel.
şa'şaa: 1. parlaklık, parlama. 2. gösteriş, dış süs, yaldız.
şaz: kural dışı, kurala uymayan, genel düzenden ayrılmış olan.
şebeke: ağ, kafes, örgüt.
şecere: 1. tek ağaç, kütük. 2. bir soyun tüm fertlerini gösterir cetvel, soy kütüğü.
şefaat: 1. bağışlanmasını dileme, birine arka olma. 2. peygamberlerin ve velilerin kıyamette günah-kâr müminlerin bağışlanması için allah katında dilekte bulunmaları.
şefevî: dudağa ilişkin, dudakla ilgili.
şeffaf: saydam, bakıldığı vakit arkasındaki cisim görülen.
şefi': 1. şefaat eden. 2. satılacak bir mal için satın almada üstünlük hakkı olan.
şehadet: 1. şahitlik, tanıklık. 2. bir şeyin gerçekliğine inanma. 3. din uğrunda şehit olma.
şehid: din uğrunda savaşarak ölen müslüman.
şehr: ay. 30 günlük müddet.
şehrü'l-haram: kan dökmek ve savaş yapmak haram olan ay: muharrem, recep, şaban, ramazan ayları.
şehvet: 1. bir şeyi sevip çok isteme, arzulama. 2. nefis. 3. cinsî arzu.
şekk: şüphe kuşku, sanı, zan.
şekketmek: kuşkulanmak, şüphelenmek.
şekl: 1. biçim, şekil, benzer, taslak. 2. tür, çeşit. 3. beniz, çehre.
şems: güneş.
şeni': kötü, fena, utanılacak ayıp.
şerayin: atardamarlar.
şerh: açıklama ve tefsir, bir kitabı tüm ayrıntılarıyla anlatma.
şerh: açma, yayma, açıklama, açık açık anlatma.
şerik: ortak, arkadaş.
şerr: 1. kötülük. 2. kavga gürültü, 3. dinin yasak kıldığı iş.
şevket: haşmet, ululuk.
şıkk: 1. ikiye bölünmüş bir şeyin bir parçası. 2. bir işin iki yönünden her biri.
şia: 1. taraflılar, yardımcılar. 2. hazreti ali taraflıları, aleviler, şiiler.
şirk: allah'a ortak koşma.
şua: güneşten veya bir ışık kaynağından uzanan ışık telleri, ışın.
şuara: şairler, ozanlar.
şura: müzakere, konuşma yeri, meclis, divan.
şühudî: görünmeye dair, görünebilir olanla ilgili.
Şaibe: 1. leke, kir, pislik, süprüntü. 2. eksiklik, noksanlık, kusur.
şakî: 1. haydut, yol kesen. 2. her türlü günahı işleyecek bahtsız, haylaz, habis.
şâkî: şikayetçi, şikâyet eden.
şakik: 1. ikiye bölünmüş bir şeyin yarısı. 2. ana baba bir erkek kardeş.
şakika: 1. ana baba bir kız kardeş. 2. yarım başağrısı.
şâmil: kaplayan, çevreleyen, içerisine alan, genel.
şa'şaa: 1. parlaklık, parlama. 2. gösteriş, dış süs, yaldız.
şaz: kural dışı, kurala uymayan, genel düzenden ayrılmış olan.
şebeke: ağ, kafes, örgüt.
şecere: 1. tek ağaç, kütük. 2. bir soyun tüm fertlerini gösterir cetvel, soy kütüğü.
şefaat: 1. bağışlanmasını dileme, birine arka olma. 2. peygamberlerin ve velilerin kıyamette günah-kâr müminlerin bağışlanması için allah katında dilekte bulunmaları.
şefevî: dudağa ilişkin, dudakla ilgili.
şeffaf: saydam, bakıldığı vakit arkasındaki cisim görülen.
şefi': 1. şefaat eden. 2. satılacak bir mal için satın almada üstünlük hakkı olan.
şehadet: 1. şahitlik, tanıklık. 2. bir şeyin gerçekliğine inanma. 3. din uğrunda şehit olma.
şehid: din uğrunda savaşarak ölen müslüman.
şehr: ay. 30 günlük müddet.
şehrü'l-haram: kan dökmek ve savaş yapmak haram olan ay: muharrem, recep, şaban, ramazan ayları.
şehvet: 1. bir şeyi sevip çok isteme, arzulama. 2. nefis. 3. cinsî arzu.
şekk: şüphe kuşku, sanı, zan.
şekketmek: kuşkulanmak, şüphelenmek.
şekl: 1. biçim, şekil, benzer, taslak. 2. tür, çeşit. 3. beniz, çehre.
şems: güneş.
şeni': kötü, fena, utanılacak ayıp.
şerayin: atardamarlar.
şerh: açıklama ve tefsir, bir kitabı tüm ayrıntılarıyla anlatma.
şerh: açma, yayma, açıklama, açık açık anlatma.
şerik: ortak, arkadaş.
şerr: 1. kötülük. 2. kavga gürültü, 3. dinin yasak kıldığı iş.
şevket: haşmet, ululuk.
şıkk: 1. ikiye bölünmüş bir şeyin bir parçası. 2. bir işin iki yönünden her biri.
şia: 1. taraflılar, yardımcılar. 2. hazreti ali taraflıları, aleviler, şiiler.
şirk: allah'a ortak koşma.
şua: güneşten veya bir ışık kaynağından uzanan ışık telleri, ışın.
şuara: şairler, ozanlar.
şura: müzakere, konuşma yeri, meclis, divan.
şühudî: görünmeye dair, görünebilir olanla ilgili.
Osmanlica sozluk - s
Osmanlıca sözlük - s
Sâ': 1040 dirhemlik hububat ölçeği.
saba: gün doğuşundan esen güzel ve lâtif rüzgar.
sabi: 1. henüz süt emen çocuk. 2. büluğ çağına gelmemiş olan çocuk. 3. üç yaşını doldurmayan erkek çocuk.
sabiîn (sâbie): yıldıza tapanlar.
sadaka: allah rızası için fakirlere verilen şey veya para.
sâdat: seyyidler, hz. peygamber'in soyundan gelenler.
saddetmek: bir şeyin gediğini kapamak, tıkamak, engel olmak.
sâdık: doğru, dürüst, sadakatli.
sâdır: sudur eden, çıkan, oluşan.
sadr: her şeyin öncesi ve başlangıcının en iyisi. kalp, göğüs, ön. başkan... baş. oturulacak yerlerin en iyisi.
safa ile merve: mekke-i mükerreme'de iki tepenin adları. sa'yin iki ucu.
safâ: mekke'de bir tepe adı. sa'yin başlangıç noktası.
safha: aşama, değişen durum ve hallerden her biri.
safîr: ıslık.
safsata: yalan, uydurma, görünüşte doğru gerçekte yalan ve yanlış olan kıyas.
sagîre: ufak günah.
sahih: 1. gerçek. 2. sağ, sağlam. 3. tam, eksiksiz.
sâhir: büyücü, büyü eden, sihirbaz.
sakaleyn: insanlar ve cinler.
sakar: cehennemin adlarından biri.
sakî: kırağı, şebnem, çiğ.
sâkî: sulayan, içecek su veren, kadeh sunan.
salâh: iyilik, bir şeyin iyi ve istenen biçimde bulunması, dindarlık, barış.
salât: namaz, belli vakitlerde yapılan ibadet, dua.
salîb: haç.
sâlih amel: iyi, haklı, dini emirlere ideal ibadet ve iş.
sâlik: bir yola bağlı olan, bir yolu takip eden, bir tarikata girip hidayet yolunu takip eden, mürid.
samed: allah'ın adlarından biri, pek yüksek, daim.
sanem: kâfirlerin önünde ibadet ettikleri heykel, put, put severlerin ilâhı, çok hoş kadın.
sâni': sanatkârca yapan, yaratan, sanat eseri olarak meydana getiren. (allah)
sar'a: insanın kendini kaybederek düşmesine sebep olan sinir hastalığı.
sarahat: açıklık. açık anlatım.
sarf-ı nazar: bir şeyden vazgeçme, cayma.
savm: oruç.
savm'aa: tepesi sivri yüksek bina. (minarelere de verilen addır). islâmiyetten önce hıristiyanların manastırlarına ve sabiaların zaviyelerine verilen ad.
sa'y: çalışma, gayret sarf etme. hac veya umrede safa ile merve arasında usulüne ideal olarak yedi defa gelip gitmek.
sebeb-i nüzul: indiriliş nedeni.
sebîl: açık ve büyük yol, büyük cadde, allah rızası için su dağıtılan yer.
sebilullah: allah yolu, din.
secâvend: kur'ân-ı kerim'i doğru okumak için yapılan işaretler.
secde: namazda yüzünü yere koyma, yere kapanma.
secdegâh: namaz kılınıp secde edilecek yer, ibadet yapılacak yer.
sedd: 1. tıkamak, engel olmak. 2. baraj. 3. perde. engel. 4. rıhtım. 5. set, tümsek.
sefer: yolculuk, seyahat, gezi. savaşa gitme. savaş, muharebe.
sefîh: zevk ve eğlenceye düşkün, sefahata düşmüş, malını düşünmeden harcayan.
sehm: ok, hisse, pay, nasib, kısım, hazine geliri, korku, dehşet.
sehv: yanılma, kusur, yanlış.
sekîne: sükun ve imtinan, temkin. kalp rahatlığı, kalp huzuru veren bir duanın adı.
sekinet: sükun ve imtinan. temkin. nefisteki telaşın kesilmesi ile hasıl olan kalp huzuru ve sükuneti.
sekir (sekr): sarhoşluk.
sekt: susma, bir anlık susma.
sekte: susmak, kesilme, ara verme, bozulma.
selbetmek: 1. red, inkâr etmek. 2. kapmak, zorla almak.
seleef-i salihin: önceki salihler. islâmın ilk devirlerinde yaşamış olan iyi müslümanlar.
selef: 1. eskiden olan, önce bulunmuş olan. 2. yerine geçirilen. 3. önde olmak, ileri geçmek.
selem: peşin para ödeyip, malı daha sonra almak üzere yapılan bir alış veriş akdi.
selîm: sağlam, hatasız, refah ve selamet üzere bulunmakta olan.
sema: 1. işitme. 2. mevlevî âyin dönüşü.
semâ: gökyüzü, asuman, gök.
semavî kitaplar: gökle ilgili kitaplar, kur'ân-ı kerim, tevrat, incil, zebur.
semen: para, kıymet, değer, bedel.
semî: işiten, duyan.
ser: baş, tepe, uç, gaye, zirve, başkan, reis.
serab: çölde, sıcak ve ışığın tesiriyle ilerde veya ufukta su ve yeşillik var gibi görünme olayı. şaşkın hale gelme.
serhad (serhat): sınırbaşı, iki devlet arasındaki limit boyu.
serî: çabuk, süratli.
serîr: taht. üstünde oturulacak yüksek yer. tahta karyola.
seriyye: düşman üstüne gönderilen süvari müfrezesi.
serkeş: baş kaldıran, inatçı, dikbaşlı, itaatsiz.
sertaç: baş tacı olan, çok sevilen.
server: önde giden, baş çeken, önder, başbuğ.
servet: zenginlik, maddî varlık.
sevab: hayır, hayırlı iş, allah tarafından mükâfatlandırılacak doğruluk ve iyilik karşılığı.
sevap: iyi bir davranışa karşı allah tarafından verilen mükâfat.
sevkitabiî: hayvanlarda düşünmeyerek, tabiatın sevki ve zorlamasıyla yapılan hareket, içgüdü.
seyyare: güneş çevresinde dolaşan gezegen.
seyyidü'l-beşer: insanların efendisi, hz. muhammed.
sıbyan: çocuklar, sabiler.
sıddık: çok samimi. doğru, inançlı, sadakatli.
sıddık-ı âzam: ebu bekir sıddık.
sıdk: 1. doğruluk, gerçeklik, hakikat. 2. iyi niyet.
sıla: 1. ulaşma. 2. yurdu, hısım akrabayı gidip görme.
sıla-i rahim: akrabaları ziyaret.
sıla-i rahim: gurbette bulunanın memleketine gelip akrabasına kavuşması.
sırat: yol, cadde.
sırat-ı müstakim: en doğru yol, islâmiyet, hak yol.
sibak: 1. bir şeyin üst tarafı, geçmişi. 2. bağ, bağlantı, sözün gelişi.
sidretü'l-münteha (sidre-i münteha): peygamber'in ulaştığı en yeni makam.
siga: fiilin çekiminden oluşan çeşitli biçimlerden her biri.
sihirbâz: büyücü, büyü yapan, gözbağcı, sahir.
sika: inanç, güven, itimat, emniyet, güvenilir inanılır kimse.
sikke: basılmış madeni para.
sille: el ayasıyla vurulan tokat.
sima: beniz, çehre.
siret: 1. bir kimsenin iç hâli, hareketi, ahlâkı. 2. insanın tutmuş olduğu manevî yol.
sirkat: hırsızlık.
sirr: sır.
siyak: 1. sözün gelişi. 2. stil, üslup.
sofestai: septisizme mensup, şüpheci, inkârcı.
sual: soru, sorulan. şey, isteme, istek. dilencilik.
sudûr: 1. olma, meydana gelme. 2. göğüsler, sadırlar.
suğrâ: daha ufak, pek ufak.
sû-i edeb: kötü terbiye.
sû-i kasd: kötü kasd, cinayet işlemek, adam öldürmeyi tasarlamak.
sulb: katı, taş gibi olan, sülâle, zürriyet, bel.
sulh: 1. barış. 2. rahatlık. 3. uyuşma. uzlaşma.
sûr: kale duvarı. kıyamet günü israfil (a. s. )'in çalacağı boru.
sûre: kur'ân-ı kerim'in 114 bölümünden her biri.
surî: surete ilişkin, görünüşe ilişkin. gerçek dışı, ciddi ve samimi olmayan.
sübhan: allah (c. c. ).
sücûd: secdeye varmak, secdeler.
süflî: aşağıda bulunmakta olan, alçak, âdi, bayağı, kılıksız, giysisiz.
süfliyyat: kötü işler, bayağı işler.
sühûlet: kolaylık, kolaylık aracı, yavaşlık, nazik muamele, elverişli, kullanışlı, paraca kolaylık.
sükûn: durgunluk, hareketsizlik. durmak, kesilmek.
sülâle: soy, sop, bir kimsenin soyu.
sülâsî: üçlü, üçe mensup.
sülûk: 1. bir yola girme, bir sıraya dizilme. 2. tasavvuf yoluna girme.
sülüs: üçte bir, üç parçadan biri. bir yazı çeşidi.
sülüsân: üçte iki, üçte iki kısım.
süreyya: ülker yıldızı.
sürûr: 1. sevinç, neşeli olmak. 2. tahtlar, yatacak yerler.
sütre: perde, örtü. namaz kılarken ön tarafa konulan engel.
Sâ': 1040 dirhemlik hububat ölçeği.
saba: gün doğuşundan esen güzel ve lâtif rüzgar.
sabi: 1. henüz süt emen çocuk. 2. büluğ çağına gelmemiş olan çocuk. 3. üç yaşını doldurmayan erkek çocuk.
sabiîn (sâbie): yıldıza tapanlar.
sadaka: allah rızası için fakirlere verilen şey veya para.
sâdat: seyyidler, hz. peygamber'in soyundan gelenler.
saddetmek: bir şeyin gediğini kapamak, tıkamak, engel olmak.
sâdık: doğru, dürüst, sadakatli.
sâdır: sudur eden, çıkan, oluşan.
sadr: her şeyin öncesi ve başlangıcının en iyisi. kalp, göğüs, ön. başkan... baş. oturulacak yerlerin en iyisi.
safa ile merve: mekke-i mükerreme'de iki tepenin adları. sa'yin iki ucu.
safâ: mekke'de bir tepe adı. sa'yin başlangıç noktası.
safha: aşama, değişen durum ve hallerden her biri.
safîr: ıslık.
safsata: yalan, uydurma, görünüşte doğru gerçekte yalan ve yanlış olan kıyas.
sagîre: ufak günah.
sahih: 1. gerçek. 2. sağ, sağlam. 3. tam, eksiksiz.
sâhir: büyücü, büyü eden, sihirbaz.
sakaleyn: insanlar ve cinler.
sakar: cehennemin adlarından biri.
sakî: kırağı, şebnem, çiğ.
sâkî: sulayan, içecek su veren, kadeh sunan.
salâh: iyilik, bir şeyin iyi ve istenen biçimde bulunması, dindarlık, barış.
salât: namaz, belli vakitlerde yapılan ibadet, dua.
salîb: haç.
sâlih amel: iyi, haklı, dini emirlere ideal ibadet ve iş.
sâlik: bir yola bağlı olan, bir yolu takip eden, bir tarikata girip hidayet yolunu takip eden, mürid.
samed: allah'ın adlarından biri, pek yüksek, daim.
sanem: kâfirlerin önünde ibadet ettikleri heykel, put, put severlerin ilâhı, çok hoş kadın.
sâni': sanatkârca yapan, yaratan, sanat eseri olarak meydana getiren. (allah)
sar'a: insanın kendini kaybederek düşmesine sebep olan sinir hastalığı.
sarahat: açıklık. açık anlatım.
sarf-ı nazar: bir şeyden vazgeçme, cayma.
savm: oruç.
savm'aa: tepesi sivri yüksek bina. (minarelere de verilen addır). islâmiyetten önce hıristiyanların manastırlarına ve sabiaların zaviyelerine verilen ad.
sa'y: çalışma, gayret sarf etme. hac veya umrede safa ile merve arasında usulüne ideal olarak yedi defa gelip gitmek.
sebeb-i nüzul: indiriliş nedeni.
sebîl: açık ve büyük yol, büyük cadde, allah rızası için su dağıtılan yer.
sebilullah: allah yolu, din.
secâvend: kur'ân-ı kerim'i doğru okumak için yapılan işaretler.
secde: namazda yüzünü yere koyma, yere kapanma.
secdegâh: namaz kılınıp secde edilecek yer, ibadet yapılacak yer.
sedd: 1. tıkamak, engel olmak. 2. baraj. 3. perde. engel. 4. rıhtım. 5. set, tümsek.
sefer: yolculuk, seyahat, gezi. savaşa gitme. savaş, muharebe.
sefîh: zevk ve eğlenceye düşkün, sefahata düşmüş, malını düşünmeden harcayan.
sehm: ok, hisse, pay, nasib, kısım, hazine geliri, korku, dehşet.
sehv: yanılma, kusur, yanlış.
sekîne: sükun ve imtinan, temkin. kalp rahatlığı, kalp huzuru veren bir duanın adı.
sekinet: sükun ve imtinan. temkin. nefisteki telaşın kesilmesi ile hasıl olan kalp huzuru ve sükuneti.
sekir (sekr): sarhoşluk.
sekt: susma, bir anlık susma.
sekte: susmak, kesilme, ara verme, bozulma.
selbetmek: 1. red, inkâr etmek. 2. kapmak, zorla almak.
seleef-i salihin: önceki salihler. islâmın ilk devirlerinde yaşamış olan iyi müslümanlar.
selef: 1. eskiden olan, önce bulunmuş olan. 2. yerine geçirilen. 3. önde olmak, ileri geçmek.
selem: peşin para ödeyip, malı daha sonra almak üzere yapılan bir alış veriş akdi.
selîm: sağlam, hatasız, refah ve selamet üzere bulunmakta olan.
sema: 1. işitme. 2. mevlevî âyin dönüşü.
semâ: gökyüzü, asuman, gök.
semavî kitaplar: gökle ilgili kitaplar, kur'ân-ı kerim, tevrat, incil, zebur.
semen: para, kıymet, değer, bedel.
semî: işiten, duyan.
ser: baş, tepe, uç, gaye, zirve, başkan, reis.
serab: çölde, sıcak ve ışığın tesiriyle ilerde veya ufukta su ve yeşillik var gibi görünme olayı. şaşkın hale gelme.
serhad (serhat): sınırbaşı, iki devlet arasındaki limit boyu.
serî: çabuk, süratli.
serîr: taht. üstünde oturulacak yüksek yer. tahta karyola.
seriyye: düşman üstüne gönderilen süvari müfrezesi.
serkeş: baş kaldıran, inatçı, dikbaşlı, itaatsiz.
sertaç: baş tacı olan, çok sevilen.
server: önde giden, baş çeken, önder, başbuğ.
servet: zenginlik, maddî varlık.
sevab: hayır, hayırlı iş, allah tarafından mükâfatlandırılacak doğruluk ve iyilik karşılığı.
sevap: iyi bir davranışa karşı allah tarafından verilen mükâfat.
sevkitabiî: hayvanlarda düşünmeyerek, tabiatın sevki ve zorlamasıyla yapılan hareket, içgüdü.
seyyare: güneş çevresinde dolaşan gezegen.
seyyidü'l-beşer: insanların efendisi, hz. muhammed.
sıbyan: çocuklar, sabiler.
sıddık: çok samimi. doğru, inançlı, sadakatli.
sıddık-ı âzam: ebu bekir sıddık.
sıdk: 1. doğruluk, gerçeklik, hakikat. 2. iyi niyet.
sıla: 1. ulaşma. 2. yurdu, hısım akrabayı gidip görme.
sıla-i rahim: akrabaları ziyaret.
sıla-i rahim: gurbette bulunanın memleketine gelip akrabasına kavuşması.
sırat: yol, cadde.
sırat-ı müstakim: en doğru yol, islâmiyet, hak yol.
sibak: 1. bir şeyin üst tarafı, geçmişi. 2. bağ, bağlantı, sözün gelişi.
sidretü'l-münteha (sidre-i münteha): peygamber'in ulaştığı en yeni makam.
siga: fiilin çekiminden oluşan çeşitli biçimlerden her biri.
sihirbâz: büyücü, büyü yapan, gözbağcı, sahir.
sika: inanç, güven, itimat, emniyet, güvenilir inanılır kimse.
sikke: basılmış madeni para.
sille: el ayasıyla vurulan tokat.
sima: beniz, çehre.
siret: 1. bir kimsenin iç hâli, hareketi, ahlâkı. 2. insanın tutmuş olduğu manevî yol.
sirkat: hırsızlık.
sirr: sır.
siyak: 1. sözün gelişi. 2. stil, üslup.
sofestai: septisizme mensup, şüpheci, inkârcı.
sual: soru, sorulan. şey, isteme, istek. dilencilik.
sudûr: 1. olma, meydana gelme. 2. göğüsler, sadırlar.
suğrâ: daha ufak, pek ufak.
sû-i edeb: kötü terbiye.
sû-i kasd: kötü kasd, cinayet işlemek, adam öldürmeyi tasarlamak.
sulb: katı, taş gibi olan, sülâle, zürriyet, bel.
sulh: 1. barış. 2. rahatlık. 3. uyuşma. uzlaşma.
sûr: kale duvarı. kıyamet günü israfil (a. s. )'in çalacağı boru.
sûre: kur'ân-ı kerim'in 114 bölümünden her biri.
surî: surete ilişkin, görünüşe ilişkin. gerçek dışı, ciddi ve samimi olmayan.
sübhan: allah (c. c. ).
sücûd: secdeye varmak, secdeler.
süflî: aşağıda bulunmakta olan, alçak, âdi, bayağı, kılıksız, giysisiz.
süfliyyat: kötü işler, bayağı işler.
sühûlet: kolaylık, kolaylık aracı, yavaşlık, nazik muamele, elverişli, kullanışlı, paraca kolaylık.
sükûn: durgunluk, hareketsizlik. durmak, kesilmek.
sülâle: soy, sop, bir kimsenin soyu.
sülâsî: üçlü, üçe mensup.
sülûk: 1. bir yola girme, bir sıraya dizilme. 2. tasavvuf yoluna girme.
sülüs: üçte bir, üç parçadan biri. bir yazı çeşidi.
sülüsân: üçte iki, üçte iki kısım.
süreyya: ülker yıldızı.
sürûr: 1. sevinç, neşeli olmak. 2. tahtlar, yatacak yerler.
sütre: perde, örtü. namaz kılarken ön tarafa konulan engel.
Osmanlica sozluk - r
Osmanlıca sözlük - r
Rabb: 1. efendi, sahip. 2. terbiye eden, besleyen. 3. rab, allah.
rabbaniyyun: kendilerini tamamıyla allah yoluna vermiş olanlar.
rabıta: 1. iki şeyi birbirine bağlayan nesne. 2. ilgi, münasebet, bağlılık, mensupluk. 3. düzen, tertip.
râbıt-rabıta: 1. bağlayıcı, bitiştirici. 2. nefsini ezip kendini allah'a bağlamış.
râci: 1. geri dönen. 2. dokunan, alakası bulunmakta olan.
racih-raciha: değerlerinden üstün, daha önce, tercihli.
ra'd: gök gürültüsü.
radıyellahu anh: allah ondan razı olsun.
radıyellahu anhüma: allah o ikisinden razı olsun.
radıyellahü anhüm: allah onlardan razı olsun.
rafizî: râfizi fırkasından olan, hz. ebubekir, ömer ve osman'ın halifeliğini kabul etmeyenlerden olan.
rağmen: zıddına, inadına davranma, körlük ve nisbet.
rahat: dinlenme, sıkıntısızlık, dinçlik.
râhib: manastırda oturan hıristiyan din adamı, keşiş.
râhile: 1. yük hayvanı. 2. kervan, yolcular sürüsü.
rahim: 1. dölyatağı, rahim. 2. akrabalık.
rahîm: esirgeyen, acıyan, merhamet eden.
rahmet: 1. esirgeme, merhamet. 2. yağmur.
raiyye: 1. otlatılan hayvan sürüsü. 2. bir hükümdar idaresinde bulunmakta olan ve vergi veren halklar.
rakib: 1. başka biri ile aynı şeyi isteyen. 2. bir işte çalışanlarla yarış ederek ileri geçmek isteyenlerden her biri. 3. murakabe eden, kontrol eden.
rasad: 1. gözleme, gözetme, gözlem. 2. pusu tutma.
raûf: 1. pek esirgeyici, çok acıyıcı allah'ın isimlerinden.
râvi: rivayet eden, haber veren.
râyihâ: koku.
râzı: rıza belirten, kabul eden.
reca: umma, dileme, isteme, arzu.
recez: müstef'ilün müstef'ilün, müstef'ilün müstef'ilün vezninin bahri.
recîm: taşlanmış.
recm: taşa tutma, taşlama, birine atılan taş.
recmetme: taşlayarak öldürme.
refah: bolluk, rahatlık.
refref: 1. ince, yumuşak kumaş. 2. kemer saçağı. 3. döşek, döşeme. 4. kuşu çok çimenlik. 5. dalları salkım salkım ağaç.
rehber: yol belirten, kılavuz.
reîs: başta bulunmakta olan kimse, başkan.
rekabet: 1. gözleme, gözetleme. 2. kendi işini yürütmeye çalışma. 3. benzerleriyle yarışa çıkma.
rek'at: namazın birimlerinden her biri.
rekik: 1. kusurlu, tutuk. 2. peltek, dili tutuk.
reml-remil: remil, kum falı: bazı işaretlerle gaipten haber verme.
re'sen: kimseye danışmadan, kendi başına, direkt doğruya.
resul: 1. elçi, haberci. 2. kendisine kitap ve şeriat verilen peygamber.
resul-i zişan: şanlı peygamber, hz. muhammed (s. a. v. ).
resulü's-sakaleyn: insanların ve cinlerin peygamberi, hz. muhammed (s. a. s. )
revâ: layık ideal, caiz.
revac: versiyon, geçerlik, itibarda olma, herkesçe aranılma.
revnak: parlaklık, hoşluk, tazelik, süs.
re'y: 1. görme, görüş. 2. fikir, bir iş ile ilgili söylenen söz, oy.
reyhan: fesleğen, güzel ve hoş koku.
rezzak: tüm yaratıkların rızkını veren allah.
rıdvan: 1. cennet kapıcısı olan melek. 2. razılık, hoşnutluk.
rıza: 1. hoşnutluk, memnunluk, razı olma, peki deme. 2. istek, kendi isteği. 3. allah'ın yazdığına boyun eğme.
rızk: 1. yiyecek içecek şey, azık, kut. 2. allah'ın herkese nasip kıldığı nimet.
riba: faiz.
ribat: 1. bağ, bazı sinirler. 2. sağlam yapı. 3. han vesaire gibi konaklanacak yer.
rica (reca): umma, dileme.
rical: 1. erkekler, adamlar. 2. yaya olanlar. 3. rütbeli, mevki sahibi kimseler, hadis ravileri.
ric'at: 1. geri dönme, vazgeçme. 2. erkeğin, boşadığı kadını, iddet müddeti bitmeden tekrar nikahlaması.
rida': örtü, belden yukarıya örtülen örtü.
rikkat: 1. incelik, yufkalık. 2. acıma, yürek etkilenmesi.
risalet: 1. elçilik, habercilik. 2. peygamberlik.
risaletpenah: peygamberimiz.
rişvet (rüşvet): bir iş gördürmek, haksızı haklı göstermek gibi maksatlarla bir görevliye verilen para, mal veya sağlanan menfaat.
rivayat: rivayetler, hz. peygam-ber'den veya ashabından gelen haberler.
riyazat: nefsi terbiye için az yiyip az uyuyarak dünya lezzetlerinden kurtulma.
riyazet: nefsi kırma, dünya lezzetlerinden uzaklaşmaya çalışma.
riyazi-riyaziyye: matematikle ilgili.
riyaziyyat: matematik bilgisi.
ruhanî: ruha ilişkin, ruhla ilgili, gözle görülemeyen, cismi olmayan.
ruhban: rahipler.
rukye: afsun, büyücü ve üfürükçülerin okuduğu şeyler, nefes, üfürük, okuyup üfleme.
rücu': geri dönme, cayma, fikrini değiştirme.
rükn: 1. bir şeyin en sağlam tarafı, esası, direği. 2. kolon, direk. 3. önemli kimse.
rükû: namazda elleri dizlere dayayarak eğilme hareketi, aşırı saygı gösterme.
rüsuh: ilmin derinliğine inmek, dalmak, ilimde ileri gitmek.
rüsva (rüsvay): rezil, maskara, ayıpları ortaya çıkarılmış.
rüşd: 1. erginlik. 2. doğru yola gitme. isbat-ı rüşd: erginliğini ispat etme.
rütbe: 1. sıra, basamak. 2. nicelik, derece.
rü'yet: 1. görme, bakma. 2. idare etme, çevirme.
rü'yet-i hilâl: ayı görme.
Rabb: 1. efendi, sahip. 2. terbiye eden, besleyen. 3. rab, allah.
rabbaniyyun: kendilerini tamamıyla allah yoluna vermiş olanlar.
rabıta: 1. iki şeyi birbirine bağlayan nesne. 2. ilgi, münasebet, bağlılık, mensupluk. 3. düzen, tertip.
râbıt-rabıta: 1. bağlayıcı, bitiştirici. 2. nefsini ezip kendini allah'a bağlamış.
râci: 1. geri dönen. 2. dokunan, alakası bulunmakta olan.
racih-raciha: değerlerinden üstün, daha önce, tercihli.
ra'd: gök gürültüsü.
radıyellahu anh: allah ondan razı olsun.
radıyellahu anhüma: allah o ikisinden razı olsun.
radıyellahü anhüm: allah onlardan razı olsun.
rafizî: râfizi fırkasından olan, hz. ebubekir, ömer ve osman'ın halifeliğini kabul etmeyenlerden olan.
rağmen: zıddına, inadına davranma, körlük ve nisbet.
rahat: dinlenme, sıkıntısızlık, dinçlik.
râhib: manastırda oturan hıristiyan din adamı, keşiş.
râhile: 1. yük hayvanı. 2. kervan, yolcular sürüsü.
rahim: 1. dölyatağı, rahim. 2. akrabalık.
rahîm: esirgeyen, acıyan, merhamet eden.
rahmet: 1. esirgeme, merhamet. 2. yağmur.
raiyye: 1. otlatılan hayvan sürüsü. 2. bir hükümdar idaresinde bulunmakta olan ve vergi veren halklar.
rakib: 1. başka biri ile aynı şeyi isteyen. 2. bir işte çalışanlarla yarış ederek ileri geçmek isteyenlerden her biri. 3. murakabe eden, kontrol eden.
rasad: 1. gözleme, gözetme, gözlem. 2. pusu tutma.
raûf: 1. pek esirgeyici, çok acıyıcı allah'ın isimlerinden.
râvi: rivayet eden, haber veren.
râyihâ: koku.
râzı: rıza belirten, kabul eden.
reca: umma, dileme, isteme, arzu.
recez: müstef'ilün müstef'ilün, müstef'ilün müstef'ilün vezninin bahri.
recîm: taşlanmış.
recm: taşa tutma, taşlama, birine atılan taş.
recmetme: taşlayarak öldürme.
refah: bolluk, rahatlık.
refref: 1. ince, yumuşak kumaş. 2. kemer saçağı. 3. döşek, döşeme. 4. kuşu çok çimenlik. 5. dalları salkım salkım ağaç.
rehber: yol belirten, kılavuz.
reîs: başta bulunmakta olan kimse, başkan.
rekabet: 1. gözleme, gözetleme. 2. kendi işini yürütmeye çalışma. 3. benzerleriyle yarışa çıkma.
rek'at: namazın birimlerinden her biri.
rekik: 1. kusurlu, tutuk. 2. peltek, dili tutuk.
reml-remil: remil, kum falı: bazı işaretlerle gaipten haber verme.
re'sen: kimseye danışmadan, kendi başına, direkt doğruya.
resul: 1. elçi, haberci. 2. kendisine kitap ve şeriat verilen peygamber.
resul-i zişan: şanlı peygamber, hz. muhammed (s. a. v. ).
resulü's-sakaleyn: insanların ve cinlerin peygamberi, hz. muhammed (s. a. s. )
revâ: layık ideal, caiz.
revac: versiyon, geçerlik, itibarda olma, herkesçe aranılma.
revnak: parlaklık, hoşluk, tazelik, süs.
re'y: 1. görme, görüş. 2. fikir, bir iş ile ilgili söylenen söz, oy.
reyhan: fesleğen, güzel ve hoş koku.
rezzak: tüm yaratıkların rızkını veren allah.
rıdvan: 1. cennet kapıcısı olan melek. 2. razılık, hoşnutluk.
rıza: 1. hoşnutluk, memnunluk, razı olma, peki deme. 2. istek, kendi isteği. 3. allah'ın yazdığına boyun eğme.
rızk: 1. yiyecek içecek şey, azık, kut. 2. allah'ın herkese nasip kıldığı nimet.
riba: faiz.
ribat: 1. bağ, bazı sinirler. 2. sağlam yapı. 3. han vesaire gibi konaklanacak yer.
rica (reca): umma, dileme.
rical: 1. erkekler, adamlar. 2. yaya olanlar. 3. rütbeli, mevki sahibi kimseler, hadis ravileri.
ric'at: 1. geri dönme, vazgeçme. 2. erkeğin, boşadığı kadını, iddet müddeti bitmeden tekrar nikahlaması.
rida': örtü, belden yukarıya örtülen örtü.
rikkat: 1. incelik, yufkalık. 2. acıma, yürek etkilenmesi.
risalet: 1. elçilik, habercilik. 2. peygamberlik.
risaletpenah: peygamberimiz.
rişvet (rüşvet): bir iş gördürmek, haksızı haklı göstermek gibi maksatlarla bir görevliye verilen para, mal veya sağlanan menfaat.
rivayat: rivayetler, hz. peygam-ber'den veya ashabından gelen haberler.
riyazat: nefsi terbiye için az yiyip az uyuyarak dünya lezzetlerinden kurtulma.
riyazet: nefsi kırma, dünya lezzetlerinden uzaklaşmaya çalışma.
riyazi-riyaziyye: matematikle ilgili.
riyaziyyat: matematik bilgisi.
ruhanî: ruha ilişkin, ruhla ilgili, gözle görülemeyen, cismi olmayan.
ruhban: rahipler.
rukye: afsun, büyücü ve üfürükçülerin okuduğu şeyler, nefes, üfürük, okuyup üfleme.
rücu': geri dönme, cayma, fikrini değiştirme.
rükn: 1. bir şeyin en sağlam tarafı, esası, direği. 2. kolon, direk. 3. önemli kimse.
rükû: namazda elleri dizlere dayayarak eğilme hareketi, aşırı saygı gösterme.
rüsuh: ilmin derinliğine inmek, dalmak, ilimde ileri gitmek.
rüsva (rüsvay): rezil, maskara, ayıpları ortaya çıkarılmış.
rüşd: 1. erginlik. 2. doğru yola gitme. isbat-ı rüşd: erginliğini ispat etme.
rütbe: 1. sıra, basamak. 2. nicelik, derece.
rü'yet: 1. görme, bakma. 2. idare etme, çevirme.
rü'yet-i hilâl: ayı görme.
Osmanlica sozluk - n
Osmanlıca sözlük - n
Nâçâr: çaresiz, elinden iş gelmeyen, mecbur kalmış olan.
nâdim: nedamet etmiş, pişman olmuş.
nâdir: ender bulunur.
nafaka: yiyecek parası, geçim için lazım olan şey.
nâfi: 1. faydalı, şifalı. 2. esma-ı hüsnadan bir ad.
nâfile: yapılması farz ve vacip olmayan ibadetler.
nâib: birinin yerine geçen, vekil.
nakîb: 1. vekil, bir kavim veya kabilenin başkanı veya vekili. 2. halkın hayırlısı. 3. müfettiş.
nakl: 1. bir yerden bir yere götürme. taşıma. 2. ev ya da yer değiştirme. taşınma. 3. duyduğu bir şeyi başkasına anlatmak, rivayet etmek. 4. bir dilden başka dile çevirmek.
naklî: 1. nakle dayanan, kitap ve sünnete dayalı olan. 2. taşıma hakkında.
nakz: bozmak, çözmek, kırmak, bir sözleşmeyi yok saymak.
nâmahrem: aralarında dinen evlenmeye engel bulunmayan erkek ve kadınlar.
nâmî: "nümüvv"den: yerden biten, yetişen, büyüyen artan.
nâr: 1. ateş. 2. cehennem. 3. yakıcı şey.
nasb: dikme, bir rütbe alma, bir memurluğa atama. bazı arapça kelimelerin sonunun üstünlü olma durumu.
nasîb: pay, hisse, kısmet.
nâsih: battal eden, hükümsüz bırakan. daha önceki hükmü kaldıran.
nass: 1. açıklık, açık hüküm. 2. kur'ân-ı kerim'de veya hadiste bir iş ile ilgili olan açık söz, âyet.
nass-ı kur'ân: kur'ân-ı kerim'in açık ve kesin hükmü.
nâtık: konuşan, söz eden, söyleyen, beyan eden. bildiren.
nazariye: yalnız görüş ve düşünce durumunda olup uygulanmamış bilgi.
nâzil: 1. yukarıdan aşağıya inen. 2. bir yere konan, konaklayan.
nazm: kur'ân-ı kerim'in yazısı. manzume, ölçü ve kâfiyeli yazı.
nazm-ı celil: kur'ân-ı kerim.
nazm-ı kur'ân: kur'ân-ı kerim'in tertibi.
nazm-ı mecîd: 1. kur'ân-ı kerim'in âyetleri. 2. kur'ân-ı kerim'in tertibi, düzeni.
nebî: peygamber, kendisinden önce gelmiş olan resulün şeriatı üstüne amel eden peygamber.
necâset: dinen pis sayılan maddî pislik.
necât: kurtulma, kurtuluş.
necm: yıldız, ahter, kevkeb, ülker yıldızı.
necs: pis, murdar olan, şer'an pis olup gözle görülen şey.
nedve: konuşma, bir iş ile ilgili konuşma, istişare.
nefî: giderici, yok eden, negatif yapan.
nefîr: topluluk, cemaat, savaş için seferber olan topluluk.
nefîr-i âmm: cemaatı toplama, halkı askere sürme.
nefis: 1. pek beğenilen, pek hoş, pek iyi. 2. can, kişi, kendi, öz varlık. 3. bir şeyin zatı olan kendisi.
nefret: 1. ürküp kaçma. 2. iğrenç bulup tiksinme.
nefs: 1. üfürmek, üflemek. 2. can, kişi, kendi, özvarlık. 3. bir şeyin zatı olan kendisi.
nefsaniyet: 1. kendini çok beğenmişlik. 2. gizli düşmanlık, garez, kin.
nefsü'l-emr: işin esası, temeli.
nekre: belirsiz olan, harfi tarifsiz kelime.
nemîme: söz götürme, taşıma, kişi aleyhindeki sözleri ona eriştirme, koğuculuk etme.
nemmâm: ifsad için söz taşıyıcılık, dedikoduculuk ve koğuculuk eden.
nemrud: zalim ve gaddar olarak ünlü ve allah'a karşı isyan etmiş, büyüklük taslamış bir kral. hz. ibrahim vaktinde yaşamıştır.
neseb: sülâle, hısımlık, karabet, soy, baba soyu, atalar zinciri.
nesh: 1. şer'î bir hükmü yine şer'î bir emirle kaldırma. 2. bir şeyin aynını kopya etmek, aynını çoğaltmak.
nesi': tehir etmek, ertelemek, geciktirmek.
nesike: kurban.
nesîm: güzel esen yel.
nesir: 1. saçma, serpme. 2. vezinsiz, ölçüsüz söz.
neş'et: 1. hâsıl olma, vücuda gelme, yetişme. 2. ileri gelme, sebep olma.
neş'et-i sâniyye: ikinci defa vücuda gelme.
neş'et-i uhrâ: mahşerde tekrardan dirilme.
neş'et-i ulâ: ilk defa vücuda gelme.
neşriyat: yayım.
neşv ü nemâ: yetişip, büyüme, gelişme.
neşve: 1. sevinç. 2. büyümek ve yetişmek. 3. mest ve sarhoş olmak.
nevâ: 1. ses, sadâ, makam, âhenk. 2. refah. 3. levazım, kuvvet, zenginlik. 4. nasip. 5. türk musikisinde eski makamlardan biri.
nev'-i beşer: insan türü, cinsî.
nezâhet: 1. ahlâk temizliği, temizlik. 2. incelik, rikkat.
nezd: 1. yan. 2. göre, fikrince.
nezd-i hak: allah yanısıra.
nidâ: 1. çağırma, seslenme, ses verme. 2. ünlem.
nikab: 1. peçe, yüz örtüsü. 2. perde, örtü.
nikmet: şiddetli ceza, hoşlanmayan muamelelerle olan mücazat.
nisâ: kadınlar.
nisyân: unutma, unutuş.
niyaz: 1. yalvarma, yakarma, dua. 2. rağbet ve istek. 3. hacet, gereksinim, gereksinme.
niza: çekişme, kavga, anlaşmazlık.
nukûd: paralar, nakidler.
nutfe: bel suyu, meni, insan ve hayvan tohumu.
nutuk: 1. nutk. 2. söz. 3. söyleyiş, söyleme yetkisi.
nübüvvet: peygamberlik.
nükte: 1. bu nedenle anlaşılan ince mânâ, bir söz ve ibareden anlaşılan şey. 2. iyi düşünülmüş, ince anlamlı zarif söz.
nümâyiş: 1. gösteriş, görünüş, miting. 2. yalandan gösteriş, göz boyama.
nümune: örnek.
nümune-i imtisal: uyulacak örnek. örnek alınacak model.
nüşûz: kadının kocasına kafa tutup isyan edici bir durum almasıdır. güya kendisini yüksek sayıp itaatını kaldırmış olur.
nüzul: 1. aşağı inme. 2. konaklama. kur'ân sûrelerinin inişi, vahyin gelişi.
Nâçâr: çaresiz, elinden iş gelmeyen, mecbur kalmış olan.
nâdim: nedamet etmiş, pişman olmuş.
nâdir: ender bulunur.
nafaka: yiyecek parası, geçim için lazım olan şey.
nâfi: 1. faydalı, şifalı. 2. esma-ı hüsnadan bir ad.
nâfile: yapılması farz ve vacip olmayan ibadetler.
nâib: birinin yerine geçen, vekil.
nakîb: 1. vekil, bir kavim veya kabilenin başkanı veya vekili. 2. halkın hayırlısı. 3. müfettiş.
nakl: 1. bir yerden bir yere götürme. taşıma. 2. ev ya da yer değiştirme. taşınma. 3. duyduğu bir şeyi başkasına anlatmak, rivayet etmek. 4. bir dilden başka dile çevirmek.
naklî: 1. nakle dayanan, kitap ve sünnete dayalı olan. 2. taşıma hakkında.
nakz: bozmak, çözmek, kırmak, bir sözleşmeyi yok saymak.
nâmahrem: aralarında dinen evlenmeye engel bulunmayan erkek ve kadınlar.
nâmî: "nümüvv"den: yerden biten, yetişen, büyüyen artan.
nâr: 1. ateş. 2. cehennem. 3. yakıcı şey.
nasb: dikme, bir rütbe alma, bir memurluğa atama. bazı arapça kelimelerin sonunun üstünlü olma durumu.
nasîb: pay, hisse, kısmet.
nâsih: battal eden, hükümsüz bırakan. daha önceki hükmü kaldıran.
nass: 1. açıklık, açık hüküm. 2. kur'ân-ı kerim'de veya hadiste bir iş ile ilgili olan açık söz, âyet.
nass-ı kur'ân: kur'ân-ı kerim'in açık ve kesin hükmü.
nâtık: konuşan, söz eden, söyleyen, beyan eden. bildiren.
nazariye: yalnız görüş ve düşünce durumunda olup uygulanmamış bilgi.
nâzil: 1. yukarıdan aşağıya inen. 2. bir yere konan, konaklayan.
nazm: kur'ân-ı kerim'in yazısı. manzume, ölçü ve kâfiyeli yazı.
nazm-ı celil: kur'ân-ı kerim.
nazm-ı kur'ân: kur'ân-ı kerim'in tertibi.
nazm-ı mecîd: 1. kur'ân-ı kerim'in âyetleri. 2. kur'ân-ı kerim'in tertibi, düzeni.
nebî: peygamber, kendisinden önce gelmiş olan resulün şeriatı üstüne amel eden peygamber.
necâset: dinen pis sayılan maddî pislik.
necât: kurtulma, kurtuluş.
necm: yıldız, ahter, kevkeb, ülker yıldızı.
necs: pis, murdar olan, şer'an pis olup gözle görülen şey.
nedve: konuşma, bir iş ile ilgili konuşma, istişare.
nefî: giderici, yok eden, negatif yapan.
nefîr: topluluk, cemaat, savaş için seferber olan topluluk.
nefîr-i âmm: cemaatı toplama, halkı askere sürme.
nefis: 1. pek beğenilen, pek hoş, pek iyi. 2. can, kişi, kendi, öz varlık. 3. bir şeyin zatı olan kendisi.
nefret: 1. ürküp kaçma. 2. iğrenç bulup tiksinme.
nefs: 1. üfürmek, üflemek. 2. can, kişi, kendi, özvarlık. 3. bir şeyin zatı olan kendisi.
nefsaniyet: 1. kendini çok beğenmişlik. 2. gizli düşmanlık, garez, kin.
nefsü'l-emr: işin esası, temeli.
nekre: belirsiz olan, harfi tarifsiz kelime.
nemîme: söz götürme, taşıma, kişi aleyhindeki sözleri ona eriştirme, koğuculuk etme.
nemmâm: ifsad için söz taşıyıcılık, dedikoduculuk ve koğuculuk eden.
nemrud: zalim ve gaddar olarak ünlü ve allah'a karşı isyan etmiş, büyüklük taslamış bir kral. hz. ibrahim vaktinde yaşamıştır.
neseb: sülâle, hısımlık, karabet, soy, baba soyu, atalar zinciri.
nesh: 1. şer'î bir hükmü yine şer'î bir emirle kaldırma. 2. bir şeyin aynını kopya etmek, aynını çoğaltmak.
nesi': tehir etmek, ertelemek, geciktirmek.
nesike: kurban.
nesîm: güzel esen yel.
nesir: 1. saçma, serpme. 2. vezinsiz, ölçüsüz söz.
neş'et: 1. hâsıl olma, vücuda gelme, yetişme. 2. ileri gelme, sebep olma.
neş'et-i sâniyye: ikinci defa vücuda gelme.
neş'et-i uhrâ: mahşerde tekrardan dirilme.
neş'et-i ulâ: ilk defa vücuda gelme.
neşriyat: yayım.
neşv ü nemâ: yetişip, büyüme, gelişme.
neşve: 1. sevinç. 2. büyümek ve yetişmek. 3. mest ve sarhoş olmak.
nevâ: 1. ses, sadâ, makam, âhenk. 2. refah. 3. levazım, kuvvet, zenginlik. 4. nasip. 5. türk musikisinde eski makamlardan biri.
nev'-i beşer: insan türü, cinsî.
nezâhet: 1. ahlâk temizliği, temizlik. 2. incelik, rikkat.
nezd: 1. yan. 2. göre, fikrince.
nezd-i hak: allah yanısıra.
nidâ: 1. çağırma, seslenme, ses verme. 2. ünlem.
nikab: 1. peçe, yüz örtüsü. 2. perde, örtü.
nikmet: şiddetli ceza, hoşlanmayan muamelelerle olan mücazat.
nisâ: kadınlar.
nisyân: unutma, unutuş.
niyaz: 1. yalvarma, yakarma, dua. 2. rağbet ve istek. 3. hacet, gereksinim, gereksinme.
niza: çekişme, kavga, anlaşmazlık.
nukûd: paralar, nakidler.
nutfe: bel suyu, meni, insan ve hayvan tohumu.
nutuk: 1. nutk. 2. söz. 3. söyleyiş, söyleme yetkisi.
nübüvvet: peygamberlik.
nükte: 1. bu nedenle anlaşılan ince mânâ, bir söz ve ibareden anlaşılan şey. 2. iyi düşünülmüş, ince anlamlı zarif söz.
nümâyiş: 1. gösteriş, görünüş, miting. 2. yalandan gösteriş, göz boyama.
nümune: örnek.
nümune-i imtisal: uyulacak örnek. örnek alınacak model.
nüşûz: kadının kocasına kafa tutup isyan edici bir durum almasıdır. güya kendisini yüksek sayıp itaatını kaldırmış olur.
nüzul: 1. aşağı inme. 2. konaklama. kur'ân sûrelerinin inişi, vahyin gelişi.
Osmanlica sozluk - m
Osmanlıca sözlük - m
Maa: beraber, birlikte.
maad: 1. dönüp gidilecek yer. 2. ahiret. 3. dönüş, geri gidiş. 4. dünya'dan sonraki hayat. 5. gaye, amaç, ulaşılacak yer.
maa-hâza: bununla beraber, bununla birlikte
maamâfih: bununla beraber.
maasî: âsilikler, isyanlar, günahlar.
maazallah: allah korusun, allah saklasın.
maba'd-tabia: fizikötesi, metafizik.
ma'bud: kendine ibadet olunan, tapılan, allah.
mâcin: hileyi, hile yolunu öğreten.
madde: 1. madde. 2. maya, cevher. 3. cisim.
madde-i ûlâ: ilk cevher.
maddiyet: gözle görülür, elle tutulur şey.
maddiyyat: gözle görülür, elle tutulur şeyler.
maddiyyun: maddenin ezelî ve ebedî olduğuna inananlar, materyalistler.
ma'dum: yok olan, mevcut olmayan.
mâdûn: alt, aşağı, alt derece, emir altında bulunmakta olan.
mafevk: üst, yukarı, üst derecede bulunmakta olan kimse, âmir.
ma'füvv: 1. suçu bağışlanmış, affolunmuş. 2. muaf tutulan, istisna edilen.
mağfur: günahları bağışlanmış, ölmüş kimse, rahmetli olmuş.
mağrib: batı, garb, batı tarafında olan yerler.
mağribî: batılı, mağribli.
mağrifet: allah'ın kullarını bağışlaması, yarlıgaması.
mağşuş: karışık, katışık, saf olmayan. sikke-i mağşuş: karışık, hileli madenî para.
mahall: yer.
maharet: ustalık, beceriklilik.
mahbub: sevilmiş, sevilen, sevgili.
mahfî: gizli, saklı.
mahfuz: 1. saklanmış, korunmuş. 2. ezberlenmiş. levhi mahfuz: allah tarafından takdir edilenlerin ezelde yazılı bulunduğu levha.
mâhir: maharetli, hünerli, becerikli.
mahiyet: bir şeyin aslı, temeli, içyüzü, özü.
mahkeme: davaların görülüp karara bağlandığı yer.
mahkeme-i kübra: âhirette allah huzurunda kurulacak büyük mahkeme.
mahkûm: 1. hükmolunan, birinin hükmü altında bulunmakta olan 2. hüküm giymiş. 3. katlanma, zorunda olma.
mahlas: 1. kurtulacak yer. 2. bir kimsenin takma adı, mahlası.
mahlûk: yaratılmış, yaratık.
mahmud: 1. hamd olunmuş, övülmüş, övülmeye layık. 2. ebrehe'nin kâbe'yi yıkmak için getirdiği filin adı.
mahmul: 1. yüklenmiş. 2. bir şeyin üstüne kurulmuş.
mahrec: 1. dışarı çıkacak, çıkılacak kapı. 2. ağızdan harflerin çıktığı yer.
mahrek: 1. hareketli bir noktanın takip ettiği yol. 2. bir gezegenin bir devrede üstünden gittiği farzolunan dairevî hat, yörünge.
mahsusât: gözle görülür şeyler.
ma'hud: 1. ahdolunmuş, bilinen, sözleşilen. 2. sözü geçen.
mahv: 1. yok etme, ortadan kaldırma. 2. beşerî noksanlardan kurtulma hali.
mahzuf: silinmiş, kaldırılmış, gizli tutulmuş.
mahzur: sakınılacak, korkulacak şey, engel, sakınca.
mâi': 1. men eden, alıkoyan, engel olan. 2. engel, özür.
maide: 1. yemek yenilen sofra, yemek, ziyafet. 2. kur'ân-ı kerim'in 5. sûresi.
maişet: hayata, yaşayış, geçinme, geçinmek için lüzumlu şey.
maiyyet: beraberlik, arkadaşlık, bir büyük memurun emrinde bulunma.
makam: 1. durulan, durulacak yer. 2. memuriyet, memurluk yeri.
makam-ı ibrahim: kâbe'de bulunmakta olan ve hz. ibrahim'in ayak izi olduğu söylenen taş.
makam-ı mahmud: peygamberimizin cennetteki makamı, şefaat makamı.
makarr: durulan yer, karargâh,ocak, merkez, başkent, payitaht.
makbuz: 1. alınmış, alındı belgesi. 2. sıkılmış, daraltılmış.
maklûb: altı üzerine getirilmiş, ters çevrilmiş, başka şekle sokulmuş.
maksud: kastolunan, istenilen şey, emel.
maksure: camilere etrafı parmaklıklı yüksekçe yer.
maktul: vurulmuş, öldürülmüş, katledilmiş.
ma'kul: akla ideal, akıllıca iş gören, anlayışlı, mantıklı.
mal: varlık, para, kıymetli eşya.
mâlik: sahip, bir şeyi olan, bir şeye sahip olan.
mâlikü'l-mülk: mülkün sahibi, allah.
ma'lul: illetli, hastalıklı, sakat.
ma'lûm: bilinen, belli.
ma'lumat: bilinen şeyler, biliş, bilgi.
mamûre: insan bulunmakta olan, bayındır, şenlikli yer, şehir, kasaba.
mânâ: 1. anlam. 2. içyüz. 3. akla yakın sebep. 4. rüya, düş.
mâneviye: iyilik ve kötülük ilâhı diye iki ilâha inanmaktan ibaret batıl bir mezhep olup zerdüştlerden alınmıştır.
maneviyyat: maddî olmayan, manevî olan konular.
mansub: nasbolunmuş, konmuş dikilmiş, nesne.
mantık: 1. söz. 2. mantık ilmi, vasıta ve delil arasında tutarlılık.
mantıku't-tayr: kuş dili, feridüddin attar'ın meşhur eseri.
mantuk: söylenmiş, denilmiş, söz, kelam, nutuk, mefhum.
maraz: hastalık, illet.
ma'rife: mânâ ve mefhumu belirtilmiş olan söz, belirli.
ma'rifet: 1. herkesin yapamadığı ustalık, ustalıkla yapılmış olan şey. 2. bilme, biliş, bilgelik.
ma'rifetullah: allah'ı tanıma, bilme.
maruf: 1. bilinen, tanınan, meşhur tanınmış. 2. şeriatin emrettiği, ideal gördüğü.
masarif: sarfolunanlar, harcananlar.
masdar: 1. bir şeyin çıktığı yer, esas, kaynak. 2. fiil kökü.
mashara: maskara, soytarı.
mâsiva: 1. bir şeyden başka olanların hepsi. 2. dünya hakkında olan şeyler. 3. allah'tan başka her şey.
masivallah: allah'tan başka her şey.
ma'siyet: isyan, günah, âsilik.
maslahat: 1. iş, emir, madde, keyfiyet, önemli iş. 2. barış, dirlik-düzenlik.
maslahat-ı âmme: kamu işler.
masrif: sarfetme, harcama mahalli.
masruf: 1. sarfedilmiş, harcanmış. 2. çevrilmiş, döndürülmüş.
ma'şuk: sevilen, sevilmiş.
matbu': 1. tabolunmuş, basılmış. 2. güzel, latif, makbul.
matbuat: matbaada basılmış şeyler.
matla': doğacak yer, güneş vasair yıldızların doğması, kaside veya gazelin ilk beyti.
matlab: 1. istenilen şey, istek. 2. bahis, mesele, kazıyye, önerme.
matlub: istenilen, aranılan şey.
ma'tuf: 1. eğilmiş, bir tarafa doğru çevrilmiş. 2. birine isnat olunmuş, yöneltilmiş.
mâun: 1. malın zekatı. 2. kendisinden yararlanılacak şey, eve lazım olan şeyler.
mâverâ: art, geri, bir şeyin ötesinde bulunmakta olan.
mâye: 1. maya, asıl, temel. 2. para, mal. 3. iktidar, güç, 4. bilgi. 5. dişi deve.
mâyi': sıvı, akıcı.
mazî: geçen, geçmiş olan, geçmiş vakit.
meal: anlam, kavram.
mebadi: başlangıçlar, ilkeler.
mebahis: arama, araştırma yerleri, araştırma veya münakaşa hususları.
mebanî: yapılar, binalar, esaslar.
mebde ve mead: başlangıç ve dönüş, ruhun dünyaya gelişi ve dönüşü, dünya ve ahiret.
mebde': 1. başlangıç. 2. kaynak, kök. 3. bilgilerin ilk kısımları. 4. ilke. 5. tasavvufta sâlikin ilk başlangıcı.
mebde-i kübra: büyük başlangıç.
mebde-i ümid: ümidin kaynağı.
mebi': satılmış şey, satılan mal.
mebna: yapı, bina, yapı yeri, bina yeri.
mebnî: 1. yapılmış kurulmuş. 2. bir şeye dayanan. 3... den dolayı.
meb'us: 1. gönderilmiş, 2. peygamber olarak gönderilmiş kimse. 3. öldükten sonra diriltilmiş kimse. 4. halk tarafından seçilerek parlementoda yer alan kimse, millet vekili.
mecaz: 1. yol, geçecek yer. 2. gerçeğin zıddı. 3. kendi öz mânâsıyla kullanılmayıp benzetme yolu ile başka mânâda kullanılan söz.
mecaz-ı aklî: akla ideal olan mecaz, akılla bilinen mecaz, bir şeyi asıl sebebinin dışında başka bir sebebe isnad etmek.
mecaz-ı lügavî: mecaz-ı müsrseldir.
mecaz-ı mürsel: benzetme dışında başka bir ilişki sebebiyle kullanılan mecaz: meselâ: "o köye sor" demek, "o köyden birine sor" demektir.
mecrur: çekilmiş, sürüklenmiş, sonu kesre olan isim.
mec'ûl: meydana çıkarılmış, yapılmış olan, yapmacık, uydurma.
me'cur: 1. ecir veya sevabı verilmiş olan. 2. kiraya verilen.
mecusi: ateşe tapanlara verilen ad.
meczum: kesin karar verilmiş. sonu cezimli olan kelime.
medain: şehirler.
medar: 1. bir şeyin döneceği yer, çevresinde hareket edilen nokta. 2. yörünge, gezegenin güneş çevresinde dönerken çizdiği daire.
medayin: şehirler.
medd: 1. uzatma, çekme. 2. yayma, döşeme.
medenî: 1. şehirli. 2. medine'li. 3. terbiyeli, kibar, nazik, 4. medine'de nazil olan sûre veya âyet.
medhal: 1. girecek yer, kapı, giriş. 2. başlangıç.
medine: 1. şehir. 2. eski adı yesrib olan ve peygamberimizin türbesi bulunmakta olan hicaz şehirlerinden.
medlul: 1. delil getirilmiş şey. 2. delalet olunan, gösterilen. 3. bir kelimeden veya bir sinyalden anlaşılan.
medyun: borçlu, verecekli.
mefaze: çöl, sahra.
mefhum: 1. anlaşılmış. 2. sözden çıkarılan mânâ, kavram.
mefhum-i muhalif: bir sözden çıkarılan zıt mânâ.
mefkud: 1. yok olmayan, bilinmeyen. 2. ölü veya diri olduğu bilinmeyen kayıp kimse.
mefkureci: ülkücü, idealist.
meftuh: 1. fethedilmiş, açılmış, açık. 2. zaptedilmiş, ele geçirilmiş. sonu üstün ile harekeli isim.
meftûn: 1. sihirlenmiş, fitneye düşmüş. 2. gönül vermiş, tutkun, vurgun. 3. hayran olmuş, şaşmış.
mef'ul: 1. işlenmiş, yapılmış, kılınmış. 2. tümleç.
mehabet: azamet, ululuk, korkunçluk.
mehâfetullah: allah korkusu.
me'haz: bir şeyin alındığı, çıkarıldığı yer, kaynak.
me'huz: 1. alınmış, çıkarılmış, tutulmuş. 2. ödünç olarak başka bir yerden alınmış.
mekân: 1. yer, mahal. 2. ev, oturma yeri, konut.
mekârim: cömertlikler, elaçıklıklar, iyilikler.
mekârim-i ahlâk: iyi huy, hoş ahlâk. peygamberimizin ahlâ-kı.
mekkî: mekke hakkında, mekkeli, mekke'de nazil olmuş âyetler veya sûreler.
mekr: 1. hile, oyun, düzen. 2. hile ile aldatma, maksadından vazgeçirme.
mekruh: 1. iğrenç, tiksinti veren. 2. haram olmayan ve zaruret olmadıkça yapılması ideal görülmeyen iş.
melâike: melekler.
melâike-i mukarrebîn: allah'a yakın olan melekler.
melce': sığınacak yer, sığınak.
mele': 1. doldurma, dolma, doluluk. 2. kalabalık, topluluk.
mele'-i a'lâ: büyük meleklerin toplandığı yer.
mele'-i firavn: firavun'un cemaati.
meleke: alışkanlık, kabiliyet, maharet, iktidar.
melekût: 1. hükümdarlık, azamet. 2. alem-i melekût: ruhlar ve melekler âlemi.
melhûz: mülahaza edilen, düşünülebilen, hatıra gelen.
melik: 1. padişah, hükümdar. 2. allah'ın adlarından.
memat: ölüm.
memlûk: 1. birinin malı olan. 2. kul, köle.
me'mur: emir almış, bir işle vazifelendirilmiş kimse, emrolunan.
menâkıb: menkıbeler, övünülecek vasıflar.
menâm: 1. uyunacak yer, yatak odası. 2. uyku, düş, rüya.
menâr: 1. nur, ışık yeri. 2. yol işaretleri. 3. fener kulesi.
menâsik: ibadet yerleri, görevleri.
menâsik-i hacc: hac ibadeti için ziyaret edilecek yerler, görevler.
menat: cahiliye devrinde kâbe'de bulunmakta olan bir putun adı.
mendub: 1. iyilikleri sayılarak arkasından ağlanan ölü. 2. şeriatçe yapılıp yapılmamasında bir sakınca olmayan ama ideal görülen işler.
menend: eş, benzer.
menfi: 1. sürgün edilmiş, sürgün. 2. bir şeyin tersini ileri süren. 3. negatif.
menhi: yapılması şer'an yasaklanmış, haram olmuş. menhiyyat: şeriatin yasak ettiği şeyler.
menkûl: 1. nakledilmiş, taşınmış. 2. ağızdan ağıza geçmiş söz.
mensuh: hükmü kaldırılmış, nesholunmuş, yürürlükten kaldırılmış.
menşe': 1. bir şeyin çıktığı yer, temel, kök. 2. yetişilen yer, bitirilen mektep.
menzil: 1. yollardaki konak yeri. 2. ev. 3. bir günlük yol, konak. 4. mesafe.
merci: 1. dönülecek yer. 2. müracaat olunacak, baş vurulacak yer kimse.
mercuh: 1. başka bir şeyin kendisine üstün tutulduğu şey. 2. hasmından önce iddiasını ispata selahiyeti olmayan kişi.
merfu': 1. kaldırılmış, yükseltilmiş. 2. sonu ötre ile okunan kelime. 3. merfû hadis; senedi güçlü olsun veya olmasın hz. peygamber'e isnad olunan hadistir.
mer'î: 1. riayet edilen, saygı gösterilen. 2. yürürlükte olan, gözle görülen.
mertebe: 1. derece, basamak. 2. pâye, rütbe. 3. miktar.
mervî: rivayet olunan, birinden işiterek söylenen.
mesabe: derece, rütbe, kadar.
mesafih: 1. sahife durumuna getirilmiş şeyler, kitaplar. 2. mushaflar, kur'ânlar.
mesağ: izin, ruhsat, cevaz, müsade.
mesai: çalışmalar.
mesalih: maslahatlar, işler.
mesbûk: 1. geçmiş, arkada kalmış. 2. önde bulunmakta olan, ondan evvel geçmiş. 3. önce namaza durmuş, sonra imama uymuş.
mesel: 1. örnek, benzer, nümune. 2. dokunaklı ve mânâlı söz. 3. yararlı hikâye. 4. delil, hüccet.
mesele: 1. sorulup karşılığı istenen sorun. 2. önemli iş.
mesh: 1. silme, sığama. 2. bir şeyi el ile sığama. 3. abdest alırken ıslak eti başın dörtte birine sürme, mest üstüne sürme.
mesh: biçimini değiştirerek çirkin bir hale koyma.
mesken: oturulacak yer, oturulan ev.
mesnevî: 1. her beyti kendi arasında kafiyeli ve baştan sona aynı vezinle yazılmış manzume. 2. mevlânâ'nın tanınmış eseri.
mesnûn: 1. bilenmiş. 2. sünnete ideal olan. 3. yıllanmış şey.
mesrur: memnun, sevinçli, meramına ermiş.
me'sûr: esir edilmiş, tutsak, yolu kesilmiş. dinî geleneklere ideal olan, rivayete dayanan.
meşâir: 1. hacı olmadan önce durulması gereken önemli yerler. 2. hasseler, duygular.
meşakkat: zahmet, zorluk, güçlük, sıkıntı.
meş'ar: 1. hacı olmadan önce durulması gereken yerlerden her biri. 2. duygu, hasse.
meş'ar-i haram: müzdelife'de şimdi üstünde mescit bulunmakta olan yer.
meşayih: şeyhler, ihtiyarlar.
meşhed: 1. şehit olunan veya şehidin gömüldüğü yer. 2. iran'da bir şehrin adı. 3. hz. hüseyin'in kerbela'da şehit düştüğü yer.
meşhur: şöhret kazanmış, ünlü.
meşiyyet: 1. irade, arzu, istek. 2. yürüyüş, yürütme.
meşreb: 1. mizaç, huy, ahlâk. 2. içecek yer.
meşrık: doğu, güneşin doğduğu taraf.
meşru: şer'an caiz olan, şeriate ve kanuna ideal olan.
meta: 1. satılacak mal, eşya. 2. sermaye.
metali: 1. doğacak yerler. 2. güneş ay ve yıldızların doğdukları yerler.
metbû: 1. kendisine tabi olunan, uyulan. 2. hükümdar.
metin: sağlam, dayanıklı.
metruk: terkedilmiş, bırakılmış, kullanılmaktan vazgeçilmiş, metruk hadis; amel edilmeyecek derecede zayıf.
mevâşi: davar ve mal gibi hayvanlar (koyun, keçi, öküz, inek... )
meveddet: sevme, sevgi, dostluk.
mevhibe: bahşiş, ihsan, bağış.
mev'iza: öğüt, nasihat, vaaz.
mevki: yer.
mevlâ: 1. efendi, sahip. 2. allah. 3. kul, köle, azat eden. 4. velî, veliyeti olan. 5. şanlı, şerefli. 6. yardımcı. 7. mürebbi, terbiye eden.
mevrid-i nass: ile ilgili kesin delil olan konu.
mevsuf: vasfolunmuş, vasıflanan, belirtilen.
mevt: ölüm.
mevtâ: ölüler, ölmüşler.
mevzi: yer.
mevzu: 1. konulmuş. 2. husus. 3. doğru olmayan, uydurma.
meyl: 1. eğilme, eğiklik, akıntı. 2. sevme, tutulma, gönül akışı.
meyte: hayvan leşi, kendi kendine ölen hayvan.
meyyit: ölmüş, ölü.
mezahib: mezhepler, tutulan yollar.
mezahib-i erbaa: dört mezhep: hanefî, şafiî malikî, hanbelî.
mezc: katma, karıştırma.
mezheb: 1. gidilen, tutulan yol. 2. mezhep.
mezheb-i hanefî: hanefî mezhebi.
meziyy: mezi, idrardan önce gelen beyazımsı sıvı.
mezmum: yerilmiş, beğenilmemiş ayıplanmış.
mezniyye: zorla cinsî ilişkide bulunulan kadın.
mezraa: ziraat olunacak, ekilecek tarla, yer, çiftlik.
me'zun: izinli, izin almış, bir işi yapmaya izin alan.
mısrî: mısırlı, mısır ülkesiyle ilgili.
mîkat: 1. bir iş için belirtilen vakit veya yer. 2. mekke yolu üstünde hacıların ihrama girdikleri yer.
milel: 1. milletler, uluslar. 2. bir dinde veya mezhebde olan topluluklar.
milk: birinin tasarrufunda bulunmakta olan şey veya yer.
milk-i yemin: köle, cariye.
minval: stil, yol, suret, biçim, usül.
mîrac: 1. merdiven. 2. göğe çıkma.
mîrac-ı nebî: peygamberimizin mirac mucizesi.
mir'at: 1. ayna. 2. bir cins lale.
misak: sözleşme, anlaşma.
misal: 1. örnek, benzer. 2. masal. 3. rüya, düş.
miskal: yirmidört kıratlık bir ağırlık ölçüsü. (ondört kırat bir şer'î dirhem karşılığıdır).
miskin: 1. aciz, zavallı, beceriksiz, sabit. 2. cüzzamlı. 3. mal ve mülkü olmayan, kendini idareden âciz, yoksul.
misl: 1. benzer. 2. misilleme. 3. miktar. 4. kat.
miyar: ölçü, ayıraç, bir şeyin halislik derecesini anlamaya yarayan âlet.
mîzan: 1. terazi, ölçü âleti, tartı, ölçü. 2. mahşerde amellerin tartılmasını yapacak olan şey.
muadil: eşit, denk, eşdeğer.
muâhede: karşılıklı and içme, antlaşma.
muaheze: azarlama, paylama, çıkışma, tenkit.
muahid: 1. antlaşma yapanlardan her biri. 2. islâm hükümetine bir para ödeyerek kendini himaye ettiren hıristiyan veya bir başka dinden kimse.
muallakat: islâm'dan önce arap şairlerinin kâbe duvarına asılan meşhur kasideleri.
muallim: öğreten, talim eden, öğretmen.
muamelat: 1. insanların birbirine karşı tutum ve davranışları. 2. resmî dairelerde yapılan evrak kayıt ve işlemleri.
muamele: 1. davranma, davranış. 2. yol, iz. 3. dairede yapılan kayıt vesaire. 4. alışveriş, sarraflık, para işleri.
muamma: bilmece, anlaşılmaz ve karışık iş.
muattal: 1. kullanılmış, bırakılmış. 2. boş, işsiz.
muayyen: belli, belirli, tayin edilmiş, kararlaştırılmış.
muazzeb: azapta bulunmakta olan, çok sıkıntı gören, eziyet çeken.
mucid: icat eden, yeni bir şey meydana getiren, fikir ve mânâ yaratan.
mucize: allah'ın izniyle peygamberler tarafından gösterilen ola-ğanüstü şey.
mudarebe: 1. dövüşme, vuruşma. 2. sermaye ve emek konarak kurulan şirket.
mufassal: tafsilatla, uzun uzun anlatılan, detaylı.
mugalata: yanıltmak için, yanıltacak yolda söz söyleme, demogoji.
mugayyebat: gizli, görünmez şeyler.
muhabbet: sevgi, sohbet.
muhabbetullah: allah sevgisi.
muhacirin: hicret edenler.
muhacirin-i evvelîn: mekke'den ilk hicret eden müslümanlar.
muhafız: muhafaza eden, saklayan, koruyan, bekçi.
muhakkıkîn: hakikati, gerçeği bulup meydana çıkaranlar, araştırıcılar.
muhal: olası olmayan, olamaz, olanaksız, imkansız.
muharremat: haram ve yasak olan şeyler.
muharrer: yazılmış, yazılı.
muhavvel: 1. değiştirilmiş. 2. havale edilmiş, gönderilmiş, ısmarlanmış.
muhayyer: seçilmesi serbest olan seçmece, beğenmece.
muhbir: 1. haber veren, haberci. 2. bir gazete için haber taşıyıp ulaştıran.
muhit: 1. ihata eden, kuşatan. 2. çevre. 3. okyanus. 4. allah'ın isimlerinden.
muhkem âyet: tevil ve tefsir gerektirmeyen mânâsı ve lafzı açık âyet.
muhkem: sağlam, sağlamlaştırılmış, güçlü.
muhkemat: içerisinde hüküm bulunmakta olan, mânâsı açık olan âyetler.
muhlis: halis, katkısız, dosdoğru, her hali içten ve gönülden olan, ihlâs sahipleri, samimi ve doğru olanlar.
muhsane: namuslu kadın.
muhtar: 1. seçilmiş, seçkin. 2. hareketinde serbest olan, istediği gibi davranan. 3. peygamberimizin isimlerinden.
muhtemel: umulur, olabilir, mümkün.
mukadder: 1. kıymeti biçilmiş, kadri, değeri bilinmiş. 2. alın yazısı.
mukaddime: başlangıç, başlama, giriş.
mukarenet: bitişiklik, yaklaşma, kavuşma, uygunluk, cinsel yaklaşma.
mukatele: birbirlerini öldürme, vuruşma, savaş.
mukattaa: kesilmiş, kesik, ayrı.
mukavele: sözleşme, yazılı sözleşme.
mukayese: kıyas etme, karşılaştırma.
mukayyed: 1. kayıtlı, bağlı, bağlanmış. 2. bir işe önem veren. 3. kaybolmuş, deftere geçmiş.
mukteza: 1. iktiza etmiş, lâzım gelmiş. 2. kanun gereğince yazılmış yazı, derkenar.
mullakat-ı seb'a: islâm'dan önce kâbe duvarına asılmış olan yedi kaside.
murakıb: 1. murakabe eden, koruyan. 2. allah'a bağlanmış.
musalaha: barışma, uzlaşma, barış, güvenlik.
musalla: namaz kılmaya mahsus açık yer. cami veya mezarlık civarında cenaze namazı kılınan yer.
mushaf: 1. sahife durumunda yazılmış kitap. 2. kur'ân.
musibet: felâket, ansızın gelen belâ, uğursuz.
mut'a: 1. geçici kazanç. 2. şiilere mahsus müddeti belirlenmiş nikah.
mutabık: birbirine uyan, ideal.
mu'tad: âdet olunmuş, alışılagelmiş.
mu'tezile: aklı ön plâna alan ve "kul kendi fiillerinin yaratıcısıdır" diyerek, ehl-i sünnetten ayrılan fırka. bunlara kaderiyeciler de denir, önderleri vâsıl b. ata'dır.
mutmain: gönlü kanmış, içi rahat, emin.
muttali': öğrenmiş, haber almış, bilgili.
muttarid: bir düzeye giden, sıralı, düzgün, muntazam.
muttasıf: vasıflanan, kendisinde bir hal, bir sıfat, bir vasıf bulunmakta olan.
muttasıl: birleşik, istisna-i muttasıl, aynı cinsten alanlar arasında yapılan istisnadır. ayrı cinsten olursa "munkatı" denilir.
muvahhid: allah'ın birliğine inanan.
muvalat: dostluk, karşılıklı sevgi, koruma, yardım.
muzaf: katılmış, bağlanmış, bağlı.
muzafün ileyh: muzafın bağlı bulunduğu isim.
muzari: şimdiki vakit veya geniş vakit kipi.
muzmer: gizli, örtülü, saklı, dışarıya vurulmamış, içte gizli.
mübadele: bir şeyin başka bir şeyle değiştirilmesi, değiş-tokuş, trampa, takas.
mübahele: birine beddua etme, ilenme, birinden nefret etme.
mübah-mubah: yapılıp yapılmamasında şer'an bir sakınca olmayan.
mübalağa: bir şeyi çok büyütme, abartma, ufak bir şeyi büyük gösterme.
mübareze: cenk, kavga, uğraşma.
mübin: 1. hayrı şerri, kötüyü iyiyi ayıran. 2. açık, besbelli. din-i mübin: islâm dini.
mübtedâ: isim cümlesinde özne.
mübtedi: bir işe yeni başlayan, çaylak, acemi.
mücameat: 1. karşılıklı iyi ilişkiler kurmak. 2. cinsî münasebette bulunmak.
mücazat: 1. karşılık. 2. bir suça verilen ceza.
mücerred: 1. tecrit edilmiş, soyulmuş.. 2. soyut.
mücmel: kısa ve az sözle anlatılmış, öz. kapalı ifade. (çoğulu) mücmelat.
müddet: vakit, zaman, bir şeyin uzayıp sürdüğü vakit.
müdîr: idare eden, çeviren, idareden anlayan, direktör.
müeccel: tecil edilmiş, ileriye bırakılmış, ileride yapılmak üzere zamanı belirtilen, ertelenmiş.
müekked: 1. sağlamlaştırılmış. 2. tekrar edilmiş, pekiştirilmiş.
müellefe-i kulüb: peygamberimiz vaktinde kalpleri islâm'a ısındırılmak için iltifat görmüş olanlar.
müellif: 1. telif eden, kitap yazan. 2. imtizaç ettiren, kaynaştıran.
müennes: 1. dişi, 2. hakiki itibarıyla ve söyleniş itibarıyla dişi olan kelime.
müessir: 1. tesir eden, etki, iz bırakan. 2. işleyen, hükmünü yürüten. 3. çok hissedilen, içe işleyen. 4. dokunan, dokunaklı. 5. eser sahibi. allah teâlâ.
müfesser: tefsir edilmiş, açıklanmış.
müfred: tek, yalnız, basit, tekil.
müfredat: 1. basit şeyler. 2. toptan bilinen şeylerin detayları.
müfreze: ayrılmış, ordudan ayrılmış birkaç müfreze.
müfsid: 1. ifsat eden, bozan. 2. fesatlık eden, ara açan.
mükaleme: konuşma, müzakere, muhavere.
mükâtebe: yazışma, mektuplaşma, birbirine yazma, köle ile yapılan azatlık sözleşmesi.
mükevvenat: yaratıkların hepsi, kâinat mevcûdat.
mükreh: zorlanan kimse.
mülaane: karşılıklı beddua etme, ilenme, lânet etme.
mülâbese: 1. benzer şeylerin ayırt edilemiyerek birbirine karıştırılması. 2. münasebet, yakınlık.
mülahaza: 1. dikkatle bakma, 2. iyice düşünme, düşünce.
mümarese: alışma, alışıklık, yatkınlık, meleke.
mümeyyiz: 1. seçen, ayıran. 2. dairedeki yazıları temize çeken kâtip. 3. imtihanda ayırtman.
mümtaz: imtiyazlı, seçkin, üstün tutulmuş.
münâcat: 1. dua etme, yalvarma. 2. divan edebiyatında allah'a dua için yazılan manzume çeşidi.
münadi: nida eden, müezzin, tellal.
münafık: 1. nifak sokan, iki yüzlü. 2. kâfir olduğu halde kendisini müslüman belirten.
müneccim: yıldız falına bakan, astroloji ile uğraşan.
münezzeh: tenzih edilmiş, temiz, arı, noksanlıklardan uzak.
münferid: yalnız olan, tek, ayrı, kendi başına.
münhasıran: hususi olarak, yalnızca, tek başına, bilhassa.
münkati': kesilen, kesik arkası gelmeyen, son bulan, süreksiz.
münkerât: şeriatçe yapılması yasaklanmış şeyler.
münkir: 1. inkâr eden, kabul etmeyen. 2. mezarda sual soracak iki melekten biri. münkir-nekir.
müraî: iki yüzlü kimse.
mürebbi: 1. terbiye eden, pedegog, çocuk terbiye eden. 2. besleyen.
mürekkeb: iki veya daha çok şeyin karışmasından oluşan, bileşik.
mürsel hadis: tabiînin, sahabeyi atlayarak rivayet ettiği hadis, yani sahabeden değil tabiînden gelen hadis.
mürtedd: islâm dininden dönen kimse.
müsamaha: güzel görü, tolerans, görmemezlikten gelme, göz yumma.
müsavat: eşitlik, aynı halde ve derecede olma.
müsavî: eşit, denk, aynı halde ve derecede bulunmakta olan.
müsbet: 1. tesbit edilmiş, adil gösterilmiş. 2. pozitif, olumlu.
müsebbib: 1. sebep olan. 2. icab eden.
müsellem: 1. teslim edilmiş, verilmiş. 2. doğruluğu herkesçe kabul edilmiş.
müsemma: 1. bir ismi olan, adlandırılmış, adlı. 2. muayyen, belirli vakit.
müskir: sarhoş eden, sarhoşluk veren.
müskirât: sarhoşluk veren şeyler.
müsned: isnad edilmiş, senede bağlanmış. "müsned hadis" senedi kesintisiz olarak hz. peygamber'e ulaşan hadistir.
müstağnî: 1. doygun, yönlü, tek. 2. çekingen, nazlı davranan. 3. lazım bulmayan.
müstağrak: batmış, dolmuş.
müstahsil: yetiştiren, yetiştirici, üretici.
müstamel: kullanılmış, eski, köhne.
müstear: takma ad, iğreti olarak duruş.
müstecab: dileği, duası kabul olunmuş.
müstehabb: 1. sevilen, beğenilen. 2. farz ve vacip olmayıp da yapılması sevap olan iş, hareket.
müstehak: hak edilmiş, yiyip içilerek bitirilmiş, bitirilen, tüketilen.
müstetir: gizlenen, gizli, saklanan, saklı.
müşakele: benzeme, uygunluk, şekilce bir olma.
müşâreket: ortaklık, ortak olma.
müşavere: danışma, bir iş üstünde konuşma.
müşebbeh: benzeyen.
müşebbehün bîn: kendisine benzetilen.
müşkil: anlamı kapalı olan ve ancak bir ipucu sayesinde anlaşılabilen âyet.
müşkilât: zorluklar, güçlükler.
müşrif: 1. yükselen, çıkan. 2. ölüme pek yakın bulunmakta olan. 3. etrafa bakan, etrafı gören. 4. vakıf malı koruyan kimse.
müşrik: allah'a şirk koşan.
müştakk: başka bir kelimeden çıkmış, türemiş.
müşterek lafız: sözlük anlamıyla birden çok anlama gelen kelime. meselâ: "yüz" gibi.
mütareke: iki tarafın geçici bir vakit için savaşı durdurması, ateşkes.
müteaddi: 1. zulmeden, saldıran. 2. geçişli fiil.
müteaddid: bir çok, çoğalan, türlü türlü, tekrar.
müteahhirîn: sonradan gelenler, yetişenler, son devir âlimleri.
müteallak: bağlanılan yer, taalluk edilen yer, harfi cerin dayandığı, bağlandığı kelime.
müteallik: 1. asılı, bağlı. 2. taalluk eden, ilgili, ilişiği olan.
müteazzir: 1. özürlü, özürü bulunmakta olan. 2. olası olmayan, güç, zor.
mütedeyyin: dindar, dinine bağlı.
mütehassıs: ihtisas sahibi, uzman.
mütehassis: çok hislenen, duygulanan.
mütekellim: kelamcılar.
mütenasib: münasib, birbirine ideal, benzer, denk.
mütenevvi: çeşitlenen, türlü türlü olan, muhtelif olan.
müteselsil: zincirleme, birbirlerini izleyen, zincir gibi birbirine bağlı olan.
müteşabih: 1. birbirine benzeyen. 2. kur'ân-ı kerim'de mânâ ve lafız bakımından tevile elverişli olan âyetler. muhkem olmayan âyet.
müteşabihat: 1. birbirine benzeyenler. 2. lafız ve mânâ bakımından tevile elverişli âyetler.
mütevatir: yalan üzere anlaşmaları olası olmayan cemaatler tarafından rivayet olunan haber.
müteveccih: 1. bir tarafa yönelen, bir tarafa gitmeye kalkan. 2. birine karşı sevgisi ve iyi düşünceleri olan.
müteyakkız: uyanık bulunmakta olan,tetikte gözü açık olan.
müttaki: günahtan sakınan, çekinen, takva sahibi.
müvekkil: vekil eden, vekil tayin eden.
müverrih: 1. tarihçi, tarih yazan. 2. ebced hesabına göre tarih düşüren şair.
müzdelife: arafat ile mina arasında bulunmakta olan yer.
müzekker: 1. erkek, er. 2. eril, müzekker kelime.
Maa: beraber, birlikte.
maad: 1. dönüp gidilecek yer. 2. ahiret. 3. dönüş, geri gidiş. 4. dünya'dan sonraki hayat. 5. gaye, amaç, ulaşılacak yer.
maa-hâza: bununla beraber, bununla birlikte
maamâfih: bununla beraber.
maasî: âsilikler, isyanlar, günahlar.
maazallah: allah korusun, allah saklasın.
maba'd-tabia: fizikötesi, metafizik.
ma'bud: kendine ibadet olunan, tapılan, allah.
mâcin: hileyi, hile yolunu öğreten.
madde: 1. madde. 2. maya, cevher. 3. cisim.
madde-i ûlâ: ilk cevher.
maddiyet: gözle görülür, elle tutulur şey.
maddiyyat: gözle görülür, elle tutulur şeyler.
maddiyyun: maddenin ezelî ve ebedî olduğuna inananlar, materyalistler.
ma'dum: yok olan, mevcut olmayan.
mâdûn: alt, aşağı, alt derece, emir altında bulunmakta olan.
mafevk: üst, yukarı, üst derecede bulunmakta olan kimse, âmir.
ma'füvv: 1. suçu bağışlanmış, affolunmuş. 2. muaf tutulan, istisna edilen.
mağfur: günahları bağışlanmış, ölmüş kimse, rahmetli olmuş.
mağrib: batı, garb, batı tarafında olan yerler.
mağribî: batılı, mağribli.
mağrifet: allah'ın kullarını bağışlaması, yarlıgaması.
mağşuş: karışık, katışık, saf olmayan. sikke-i mağşuş: karışık, hileli madenî para.
mahall: yer.
maharet: ustalık, beceriklilik.
mahbub: sevilmiş, sevilen, sevgili.
mahfî: gizli, saklı.
mahfuz: 1. saklanmış, korunmuş. 2. ezberlenmiş. levhi mahfuz: allah tarafından takdir edilenlerin ezelde yazılı bulunduğu levha.
mâhir: maharetli, hünerli, becerikli.
mahiyet: bir şeyin aslı, temeli, içyüzü, özü.
mahkeme: davaların görülüp karara bağlandığı yer.
mahkeme-i kübra: âhirette allah huzurunda kurulacak büyük mahkeme.
mahkûm: 1. hükmolunan, birinin hükmü altında bulunmakta olan 2. hüküm giymiş. 3. katlanma, zorunda olma.
mahlas: 1. kurtulacak yer. 2. bir kimsenin takma adı, mahlası.
mahlûk: yaratılmış, yaratık.
mahmud: 1. hamd olunmuş, övülmüş, övülmeye layık. 2. ebrehe'nin kâbe'yi yıkmak için getirdiği filin adı.
mahmul: 1. yüklenmiş. 2. bir şeyin üstüne kurulmuş.
mahrec: 1. dışarı çıkacak, çıkılacak kapı. 2. ağızdan harflerin çıktığı yer.
mahrek: 1. hareketli bir noktanın takip ettiği yol. 2. bir gezegenin bir devrede üstünden gittiği farzolunan dairevî hat, yörünge.
mahsusât: gözle görülür şeyler.
ma'hud: 1. ahdolunmuş, bilinen, sözleşilen. 2. sözü geçen.
mahv: 1. yok etme, ortadan kaldırma. 2. beşerî noksanlardan kurtulma hali.
mahzuf: silinmiş, kaldırılmış, gizli tutulmuş.
mahzur: sakınılacak, korkulacak şey, engel, sakınca.
mâi': 1. men eden, alıkoyan, engel olan. 2. engel, özür.
maide: 1. yemek yenilen sofra, yemek, ziyafet. 2. kur'ân-ı kerim'in 5. sûresi.
maişet: hayata, yaşayış, geçinme, geçinmek için lüzumlu şey.
maiyyet: beraberlik, arkadaşlık, bir büyük memurun emrinde bulunma.
makam: 1. durulan, durulacak yer. 2. memuriyet, memurluk yeri.
makam-ı ibrahim: kâbe'de bulunmakta olan ve hz. ibrahim'in ayak izi olduğu söylenen taş.
makam-ı mahmud: peygamberimizin cennetteki makamı, şefaat makamı.
makarr: durulan yer, karargâh,ocak, merkez, başkent, payitaht.
makbuz: 1. alınmış, alındı belgesi. 2. sıkılmış, daraltılmış.
maklûb: altı üzerine getirilmiş, ters çevrilmiş, başka şekle sokulmuş.
maksud: kastolunan, istenilen şey, emel.
maksure: camilere etrafı parmaklıklı yüksekçe yer.
maktul: vurulmuş, öldürülmüş, katledilmiş.
ma'kul: akla ideal, akıllıca iş gören, anlayışlı, mantıklı.
mal: varlık, para, kıymetli eşya.
mâlik: sahip, bir şeyi olan, bir şeye sahip olan.
mâlikü'l-mülk: mülkün sahibi, allah.
ma'lul: illetli, hastalıklı, sakat.
ma'lûm: bilinen, belli.
ma'lumat: bilinen şeyler, biliş, bilgi.
mamûre: insan bulunmakta olan, bayındır, şenlikli yer, şehir, kasaba.
mânâ: 1. anlam. 2. içyüz. 3. akla yakın sebep. 4. rüya, düş.
mâneviye: iyilik ve kötülük ilâhı diye iki ilâha inanmaktan ibaret batıl bir mezhep olup zerdüştlerden alınmıştır.
maneviyyat: maddî olmayan, manevî olan konular.
mansub: nasbolunmuş, konmuş dikilmiş, nesne.
mantık: 1. söz. 2. mantık ilmi, vasıta ve delil arasında tutarlılık.
mantıku't-tayr: kuş dili, feridüddin attar'ın meşhur eseri.
mantuk: söylenmiş, denilmiş, söz, kelam, nutuk, mefhum.
maraz: hastalık, illet.
ma'rife: mânâ ve mefhumu belirtilmiş olan söz, belirli.
ma'rifet: 1. herkesin yapamadığı ustalık, ustalıkla yapılmış olan şey. 2. bilme, biliş, bilgelik.
ma'rifetullah: allah'ı tanıma, bilme.
maruf: 1. bilinen, tanınan, meşhur tanınmış. 2. şeriatin emrettiği, ideal gördüğü.
masarif: sarfolunanlar, harcananlar.
masdar: 1. bir şeyin çıktığı yer, esas, kaynak. 2. fiil kökü.
mashara: maskara, soytarı.
mâsiva: 1. bir şeyden başka olanların hepsi. 2. dünya hakkında olan şeyler. 3. allah'tan başka her şey.
masivallah: allah'tan başka her şey.
ma'siyet: isyan, günah, âsilik.
maslahat: 1. iş, emir, madde, keyfiyet, önemli iş. 2. barış, dirlik-düzenlik.
maslahat-ı âmme: kamu işler.
masrif: sarfetme, harcama mahalli.
masruf: 1. sarfedilmiş, harcanmış. 2. çevrilmiş, döndürülmüş.
ma'şuk: sevilen, sevilmiş.
matbu': 1. tabolunmuş, basılmış. 2. güzel, latif, makbul.
matbuat: matbaada basılmış şeyler.
matla': doğacak yer, güneş vasair yıldızların doğması, kaside veya gazelin ilk beyti.
matlab: 1. istenilen şey, istek. 2. bahis, mesele, kazıyye, önerme.
matlub: istenilen, aranılan şey.
ma'tuf: 1. eğilmiş, bir tarafa doğru çevrilmiş. 2. birine isnat olunmuş, yöneltilmiş.
mâun: 1. malın zekatı. 2. kendisinden yararlanılacak şey, eve lazım olan şeyler.
mâverâ: art, geri, bir şeyin ötesinde bulunmakta olan.
mâye: 1. maya, asıl, temel. 2. para, mal. 3. iktidar, güç, 4. bilgi. 5. dişi deve.
mâyi': sıvı, akıcı.
mazî: geçen, geçmiş olan, geçmiş vakit.
meal: anlam, kavram.
mebadi: başlangıçlar, ilkeler.
mebahis: arama, araştırma yerleri, araştırma veya münakaşa hususları.
mebanî: yapılar, binalar, esaslar.
mebde ve mead: başlangıç ve dönüş, ruhun dünyaya gelişi ve dönüşü, dünya ve ahiret.
mebde': 1. başlangıç. 2. kaynak, kök. 3. bilgilerin ilk kısımları. 4. ilke. 5. tasavvufta sâlikin ilk başlangıcı.
mebde-i kübra: büyük başlangıç.
mebde-i ümid: ümidin kaynağı.
mebi': satılmış şey, satılan mal.
mebna: yapı, bina, yapı yeri, bina yeri.
mebnî: 1. yapılmış kurulmuş. 2. bir şeye dayanan. 3... den dolayı.
meb'us: 1. gönderilmiş, 2. peygamber olarak gönderilmiş kimse. 3. öldükten sonra diriltilmiş kimse. 4. halk tarafından seçilerek parlementoda yer alan kimse, millet vekili.
mecaz: 1. yol, geçecek yer. 2. gerçeğin zıddı. 3. kendi öz mânâsıyla kullanılmayıp benzetme yolu ile başka mânâda kullanılan söz.
mecaz-ı aklî: akla ideal olan mecaz, akılla bilinen mecaz, bir şeyi asıl sebebinin dışında başka bir sebebe isnad etmek.
mecaz-ı lügavî: mecaz-ı müsrseldir.
mecaz-ı mürsel: benzetme dışında başka bir ilişki sebebiyle kullanılan mecaz: meselâ: "o köye sor" demek, "o köyden birine sor" demektir.
mecrur: çekilmiş, sürüklenmiş, sonu kesre olan isim.
mec'ûl: meydana çıkarılmış, yapılmış olan, yapmacık, uydurma.
me'cur: 1. ecir veya sevabı verilmiş olan. 2. kiraya verilen.
mecusi: ateşe tapanlara verilen ad.
meczum: kesin karar verilmiş. sonu cezimli olan kelime.
medain: şehirler.
medar: 1. bir şeyin döneceği yer, çevresinde hareket edilen nokta. 2. yörünge, gezegenin güneş çevresinde dönerken çizdiği daire.
medayin: şehirler.
medd: 1. uzatma, çekme. 2. yayma, döşeme.
medenî: 1. şehirli. 2. medine'li. 3. terbiyeli, kibar, nazik, 4. medine'de nazil olan sûre veya âyet.
medhal: 1. girecek yer, kapı, giriş. 2. başlangıç.
medine: 1. şehir. 2. eski adı yesrib olan ve peygamberimizin türbesi bulunmakta olan hicaz şehirlerinden.
medlul: 1. delil getirilmiş şey. 2. delalet olunan, gösterilen. 3. bir kelimeden veya bir sinyalden anlaşılan.
medyun: borçlu, verecekli.
mefaze: çöl, sahra.
mefhum: 1. anlaşılmış. 2. sözden çıkarılan mânâ, kavram.
mefhum-i muhalif: bir sözden çıkarılan zıt mânâ.
mefkud: 1. yok olmayan, bilinmeyen. 2. ölü veya diri olduğu bilinmeyen kayıp kimse.
mefkureci: ülkücü, idealist.
meftuh: 1. fethedilmiş, açılmış, açık. 2. zaptedilmiş, ele geçirilmiş. sonu üstün ile harekeli isim.
meftûn: 1. sihirlenmiş, fitneye düşmüş. 2. gönül vermiş, tutkun, vurgun. 3. hayran olmuş, şaşmış.
mef'ul: 1. işlenmiş, yapılmış, kılınmış. 2. tümleç.
mehabet: azamet, ululuk, korkunçluk.
mehâfetullah: allah korkusu.
me'haz: bir şeyin alındığı, çıkarıldığı yer, kaynak.
me'huz: 1. alınmış, çıkarılmış, tutulmuş. 2. ödünç olarak başka bir yerden alınmış.
mekân: 1. yer, mahal. 2. ev, oturma yeri, konut.
mekârim: cömertlikler, elaçıklıklar, iyilikler.
mekârim-i ahlâk: iyi huy, hoş ahlâk. peygamberimizin ahlâ-kı.
mekkî: mekke hakkında, mekkeli, mekke'de nazil olmuş âyetler veya sûreler.
mekr: 1. hile, oyun, düzen. 2. hile ile aldatma, maksadından vazgeçirme.
mekruh: 1. iğrenç, tiksinti veren. 2. haram olmayan ve zaruret olmadıkça yapılması ideal görülmeyen iş.
melâike: melekler.
melâike-i mukarrebîn: allah'a yakın olan melekler.
melce': sığınacak yer, sığınak.
mele': 1. doldurma, dolma, doluluk. 2. kalabalık, topluluk.
mele'-i a'lâ: büyük meleklerin toplandığı yer.
mele'-i firavn: firavun'un cemaati.
meleke: alışkanlık, kabiliyet, maharet, iktidar.
melekût: 1. hükümdarlık, azamet. 2. alem-i melekût: ruhlar ve melekler âlemi.
melhûz: mülahaza edilen, düşünülebilen, hatıra gelen.
melik: 1. padişah, hükümdar. 2. allah'ın adlarından.
memat: ölüm.
memlûk: 1. birinin malı olan. 2. kul, köle.
me'mur: emir almış, bir işle vazifelendirilmiş kimse, emrolunan.
menâkıb: menkıbeler, övünülecek vasıflar.
menâm: 1. uyunacak yer, yatak odası. 2. uyku, düş, rüya.
menâr: 1. nur, ışık yeri. 2. yol işaretleri. 3. fener kulesi.
menâsik: ibadet yerleri, görevleri.
menâsik-i hacc: hac ibadeti için ziyaret edilecek yerler, görevler.
menat: cahiliye devrinde kâbe'de bulunmakta olan bir putun adı.
mendub: 1. iyilikleri sayılarak arkasından ağlanan ölü. 2. şeriatçe yapılıp yapılmamasında bir sakınca olmayan ama ideal görülen işler.
menend: eş, benzer.
menfi: 1. sürgün edilmiş, sürgün. 2. bir şeyin tersini ileri süren. 3. negatif.
menhi: yapılması şer'an yasaklanmış, haram olmuş. menhiyyat: şeriatin yasak ettiği şeyler.
menkûl: 1. nakledilmiş, taşınmış. 2. ağızdan ağıza geçmiş söz.
mensuh: hükmü kaldırılmış, nesholunmuş, yürürlükten kaldırılmış.
menşe': 1. bir şeyin çıktığı yer, temel, kök. 2. yetişilen yer, bitirilen mektep.
menzil: 1. yollardaki konak yeri. 2. ev. 3. bir günlük yol, konak. 4. mesafe.
merci: 1. dönülecek yer. 2. müracaat olunacak, baş vurulacak yer kimse.
mercuh: 1. başka bir şeyin kendisine üstün tutulduğu şey. 2. hasmından önce iddiasını ispata selahiyeti olmayan kişi.
merfu': 1. kaldırılmış, yükseltilmiş. 2. sonu ötre ile okunan kelime. 3. merfû hadis; senedi güçlü olsun veya olmasın hz. peygamber'e isnad olunan hadistir.
mer'î: 1. riayet edilen, saygı gösterilen. 2. yürürlükte olan, gözle görülen.
mertebe: 1. derece, basamak. 2. pâye, rütbe. 3. miktar.
mervî: rivayet olunan, birinden işiterek söylenen.
mesabe: derece, rütbe, kadar.
mesafih: 1. sahife durumuna getirilmiş şeyler, kitaplar. 2. mushaflar, kur'ânlar.
mesağ: izin, ruhsat, cevaz, müsade.
mesai: çalışmalar.
mesalih: maslahatlar, işler.
mesbûk: 1. geçmiş, arkada kalmış. 2. önde bulunmakta olan, ondan evvel geçmiş. 3. önce namaza durmuş, sonra imama uymuş.
mesel: 1. örnek, benzer, nümune. 2. dokunaklı ve mânâlı söz. 3. yararlı hikâye. 4. delil, hüccet.
mesele: 1. sorulup karşılığı istenen sorun. 2. önemli iş.
mesh: 1. silme, sığama. 2. bir şeyi el ile sığama. 3. abdest alırken ıslak eti başın dörtte birine sürme, mest üstüne sürme.
mesh: biçimini değiştirerek çirkin bir hale koyma.
mesken: oturulacak yer, oturulan ev.
mesnevî: 1. her beyti kendi arasında kafiyeli ve baştan sona aynı vezinle yazılmış manzume. 2. mevlânâ'nın tanınmış eseri.
mesnûn: 1. bilenmiş. 2. sünnete ideal olan. 3. yıllanmış şey.
mesrur: memnun, sevinçli, meramına ermiş.
me'sûr: esir edilmiş, tutsak, yolu kesilmiş. dinî geleneklere ideal olan, rivayete dayanan.
meşâir: 1. hacı olmadan önce durulması gereken önemli yerler. 2. hasseler, duygular.
meşakkat: zahmet, zorluk, güçlük, sıkıntı.
meş'ar: 1. hacı olmadan önce durulması gereken yerlerden her biri. 2. duygu, hasse.
meş'ar-i haram: müzdelife'de şimdi üstünde mescit bulunmakta olan yer.
meşayih: şeyhler, ihtiyarlar.
meşhed: 1. şehit olunan veya şehidin gömüldüğü yer. 2. iran'da bir şehrin adı. 3. hz. hüseyin'in kerbela'da şehit düştüğü yer.
meşhur: şöhret kazanmış, ünlü.
meşiyyet: 1. irade, arzu, istek. 2. yürüyüş, yürütme.
meşreb: 1. mizaç, huy, ahlâk. 2. içecek yer.
meşrık: doğu, güneşin doğduğu taraf.
meşru: şer'an caiz olan, şeriate ve kanuna ideal olan.
meta: 1. satılacak mal, eşya. 2. sermaye.
metali: 1. doğacak yerler. 2. güneş ay ve yıldızların doğdukları yerler.
metbû: 1. kendisine tabi olunan, uyulan. 2. hükümdar.
metin: sağlam, dayanıklı.
metruk: terkedilmiş, bırakılmış, kullanılmaktan vazgeçilmiş, metruk hadis; amel edilmeyecek derecede zayıf.
mevâşi: davar ve mal gibi hayvanlar (koyun, keçi, öküz, inek... )
meveddet: sevme, sevgi, dostluk.
mevhibe: bahşiş, ihsan, bağış.
mev'iza: öğüt, nasihat, vaaz.
mevki: yer.
mevlâ: 1. efendi, sahip. 2. allah. 3. kul, köle, azat eden. 4. velî, veliyeti olan. 5. şanlı, şerefli. 6. yardımcı. 7. mürebbi, terbiye eden.
mevrid-i nass: ile ilgili kesin delil olan konu.
mevsuf: vasfolunmuş, vasıflanan, belirtilen.
mevt: ölüm.
mevtâ: ölüler, ölmüşler.
mevzi: yer.
mevzu: 1. konulmuş. 2. husus. 3. doğru olmayan, uydurma.
meyl: 1. eğilme, eğiklik, akıntı. 2. sevme, tutulma, gönül akışı.
meyte: hayvan leşi, kendi kendine ölen hayvan.
meyyit: ölmüş, ölü.
mezahib: mezhepler, tutulan yollar.
mezahib-i erbaa: dört mezhep: hanefî, şafiî malikî, hanbelî.
mezc: katma, karıştırma.
mezheb: 1. gidilen, tutulan yol. 2. mezhep.
mezheb-i hanefî: hanefî mezhebi.
meziyy: mezi, idrardan önce gelen beyazımsı sıvı.
mezmum: yerilmiş, beğenilmemiş ayıplanmış.
mezniyye: zorla cinsî ilişkide bulunulan kadın.
mezraa: ziraat olunacak, ekilecek tarla, yer, çiftlik.
me'zun: izinli, izin almış, bir işi yapmaya izin alan.
mısrî: mısırlı, mısır ülkesiyle ilgili.
mîkat: 1. bir iş için belirtilen vakit veya yer. 2. mekke yolu üstünde hacıların ihrama girdikleri yer.
milel: 1. milletler, uluslar. 2. bir dinde veya mezhebde olan topluluklar.
milk: birinin tasarrufunda bulunmakta olan şey veya yer.
milk-i yemin: köle, cariye.
minval: stil, yol, suret, biçim, usül.
mîrac: 1. merdiven. 2. göğe çıkma.
mîrac-ı nebî: peygamberimizin mirac mucizesi.
mir'at: 1. ayna. 2. bir cins lale.
misak: sözleşme, anlaşma.
misal: 1. örnek, benzer. 2. masal. 3. rüya, düş.
miskal: yirmidört kıratlık bir ağırlık ölçüsü. (ondört kırat bir şer'î dirhem karşılığıdır).
miskin: 1. aciz, zavallı, beceriksiz, sabit. 2. cüzzamlı. 3. mal ve mülkü olmayan, kendini idareden âciz, yoksul.
misl: 1. benzer. 2. misilleme. 3. miktar. 4. kat.
miyar: ölçü, ayıraç, bir şeyin halislik derecesini anlamaya yarayan âlet.
mîzan: 1. terazi, ölçü âleti, tartı, ölçü. 2. mahşerde amellerin tartılmasını yapacak olan şey.
muadil: eşit, denk, eşdeğer.
muâhede: karşılıklı and içme, antlaşma.
muaheze: azarlama, paylama, çıkışma, tenkit.
muahid: 1. antlaşma yapanlardan her biri. 2. islâm hükümetine bir para ödeyerek kendini himaye ettiren hıristiyan veya bir başka dinden kimse.
muallakat: islâm'dan önce arap şairlerinin kâbe duvarına asılan meşhur kasideleri.
muallim: öğreten, talim eden, öğretmen.
muamelat: 1. insanların birbirine karşı tutum ve davranışları. 2. resmî dairelerde yapılan evrak kayıt ve işlemleri.
muamele: 1. davranma, davranış. 2. yol, iz. 3. dairede yapılan kayıt vesaire. 4. alışveriş, sarraflık, para işleri.
muamma: bilmece, anlaşılmaz ve karışık iş.
muattal: 1. kullanılmış, bırakılmış. 2. boş, işsiz.
muayyen: belli, belirli, tayin edilmiş, kararlaştırılmış.
muazzeb: azapta bulunmakta olan, çok sıkıntı gören, eziyet çeken.
mucid: icat eden, yeni bir şey meydana getiren, fikir ve mânâ yaratan.
mucize: allah'ın izniyle peygamberler tarafından gösterilen ola-ğanüstü şey.
mudarebe: 1. dövüşme, vuruşma. 2. sermaye ve emek konarak kurulan şirket.
mufassal: tafsilatla, uzun uzun anlatılan, detaylı.
mugalata: yanıltmak için, yanıltacak yolda söz söyleme, demogoji.
mugayyebat: gizli, görünmez şeyler.
muhabbet: sevgi, sohbet.
muhabbetullah: allah sevgisi.
muhacirin: hicret edenler.
muhacirin-i evvelîn: mekke'den ilk hicret eden müslümanlar.
muhafız: muhafaza eden, saklayan, koruyan, bekçi.
muhakkıkîn: hakikati, gerçeği bulup meydana çıkaranlar, araştırıcılar.
muhal: olası olmayan, olamaz, olanaksız, imkansız.
muharremat: haram ve yasak olan şeyler.
muharrer: yazılmış, yazılı.
muhavvel: 1. değiştirilmiş. 2. havale edilmiş, gönderilmiş, ısmarlanmış.
muhayyer: seçilmesi serbest olan seçmece, beğenmece.
muhbir: 1. haber veren, haberci. 2. bir gazete için haber taşıyıp ulaştıran.
muhit: 1. ihata eden, kuşatan. 2. çevre. 3. okyanus. 4. allah'ın isimlerinden.
muhkem âyet: tevil ve tefsir gerektirmeyen mânâsı ve lafzı açık âyet.
muhkem: sağlam, sağlamlaştırılmış, güçlü.
muhkemat: içerisinde hüküm bulunmakta olan, mânâsı açık olan âyetler.
muhlis: halis, katkısız, dosdoğru, her hali içten ve gönülden olan, ihlâs sahipleri, samimi ve doğru olanlar.
muhsane: namuslu kadın.
muhtar: 1. seçilmiş, seçkin. 2. hareketinde serbest olan, istediği gibi davranan. 3. peygamberimizin isimlerinden.
muhtemel: umulur, olabilir, mümkün.
mukadder: 1. kıymeti biçilmiş, kadri, değeri bilinmiş. 2. alın yazısı.
mukaddime: başlangıç, başlama, giriş.
mukarenet: bitişiklik, yaklaşma, kavuşma, uygunluk, cinsel yaklaşma.
mukatele: birbirlerini öldürme, vuruşma, savaş.
mukattaa: kesilmiş, kesik, ayrı.
mukavele: sözleşme, yazılı sözleşme.
mukayese: kıyas etme, karşılaştırma.
mukayyed: 1. kayıtlı, bağlı, bağlanmış. 2. bir işe önem veren. 3. kaybolmuş, deftere geçmiş.
mukteza: 1. iktiza etmiş, lâzım gelmiş. 2. kanun gereğince yazılmış yazı, derkenar.
mullakat-ı seb'a: islâm'dan önce kâbe duvarına asılmış olan yedi kaside.
murakıb: 1. murakabe eden, koruyan. 2. allah'a bağlanmış.
musalaha: barışma, uzlaşma, barış, güvenlik.
musalla: namaz kılmaya mahsus açık yer. cami veya mezarlık civarında cenaze namazı kılınan yer.
mushaf: 1. sahife durumunda yazılmış kitap. 2. kur'ân.
musibet: felâket, ansızın gelen belâ, uğursuz.
mut'a: 1. geçici kazanç. 2. şiilere mahsus müddeti belirlenmiş nikah.
mutabık: birbirine uyan, ideal.
mu'tad: âdet olunmuş, alışılagelmiş.
mu'tezile: aklı ön plâna alan ve "kul kendi fiillerinin yaratıcısıdır" diyerek, ehl-i sünnetten ayrılan fırka. bunlara kaderiyeciler de denir, önderleri vâsıl b. ata'dır.
mutmain: gönlü kanmış, içi rahat, emin.
muttali': öğrenmiş, haber almış, bilgili.
muttarid: bir düzeye giden, sıralı, düzgün, muntazam.
muttasıf: vasıflanan, kendisinde bir hal, bir sıfat, bir vasıf bulunmakta olan.
muttasıl: birleşik, istisna-i muttasıl, aynı cinsten alanlar arasında yapılan istisnadır. ayrı cinsten olursa "munkatı" denilir.
muvahhid: allah'ın birliğine inanan.
muvalat: dostluk, karşılıklı sevgi, koruma, yardım.
muzaf: katılmış, bağlanmış, bağlı.
muzafün ileyh: muzafın bağlı bulunduğu isim.
muzari: şimdiki vakit veya geniş vakit kipi.
muzmer: gizli, örtülü, saklı, dışarıya vurulmamış, içte gizli.
mübadele: bir şeyin başka bir şeyle değiştirilmesi, değiş-tokuş, trampa, takas.
mübahele: birine beddua etme, ilenme, birinden nefret etme.
mübah-mubah: yapılıp yapılmamasında şer'an bir sakınca olmayan.
mübalağa: bir şeyi çok büyütme, abartma, ufak bir şeyi büyük gösterme.
mübareze: cenk, kavga, uğraşma.
mübin: 1. hayrı şerri, kötüyü iyiyi ayıran. 2. açık, besbelli. din-i mübin: islâm dini.
mübtedâ: isim cümlesinde özne.
mübtedi: bir işe yeni başlayan, çaylak, acemi.
mücameat: 1. karşılıklı iyi ilişkiler kurmak. 2. cinsî münasebette bulunmak.
mücazat: 1. karşılık. 2. bir suça verilen ceza.
mücerred: 1. tecrit edilmiş, soyulmuş.. 2. soyut.
mücmel: kısa ve az sözle anlatılmış, öz. kapalı ifade. (çoğulu) mücmelat.
müddet: vakit, zaman, bir şeyin uzayıp sürdüğü vakit.
müdîr: idare eden, çeviren, idareden anlayan, direktör.
müeccel: tecil edilmiş, ileriye bırakılmış, ileride yapılmak üzere zamanı belirtilen, ertelenmiş.
müekked: 1. sağlamlaştırılmış. 2. tekrar edilmiş, pekiştirilmiş.
müellefe-i kulüb: peygamberimiz vaktinde kalpleri islâm'a ısındırılmak için iltifat görmüş olanlar.
müellif: 1. telif eden, kitap yazan. 2. imtizaç ettiren, kaynaştıran.
müennes: 1. dişi, 2. hakiki itibarıyla ve söyleniş itibarıyla dişi olan kelime.
müessir: 1. tesir eden, etki, iz bırakan. 2. işleyen, hükmünü yürüten. 3. çok hissedilen, içe işleyen. 4. dokunan, dokunaklı. 5. eser sahibi. allah teâlâ.
müfesser: tefsir edilmiş, açıklanmış.
müfred: tek, yalnız, basit, tekil.
müfredat: 1. basit şeyler. 2. toptan bilinen şeylerin detayları.
müfreze: ayrılmış, ordudan ayrılmış birkaç müfreze.
müfsid: 1. ifsat eden, bozan. 2. fesatlık eden, ara açan.
mükaleme: konuşma, müzakere, muhavere.
mükâtebe: yazışma, mektuplaşma, birbirine yazma, köle ile yapılan azatlık sözleşmesi.
mükevvenat: yaratıkların hepsi, kâinat mevcûdat.
mükreh: zorlanan kimse.
mülaane: karşılıklı beddua etme, ilenme, lânet etme.
mülâbese: 1. benzer şeylerin ayırt edilemiyerek birbirine karıştırılması. 2. münasebet, yakınlık.
mülahaza: 1. dikkatle bakma, 2. iyice düşünme, düşünce.
mümarese: alışma, alışıklık, yatkınlık, meleke.
mümeyyiz: 1. seçen, ayıran. 2. dairedeki yazıları temize çeken kâtip. 3. imtihanda ayırtman.
mümtaz: imtiyazlı, seçkin, üstün tutulmuş.
münâcat: 1. dua etme, yalvarma. 2. divan edebiyatında allah'a dua için yazılan manzume çeşidi.
münadi: nida eden, müezzin, tellal.
münafık: 1. nifak sokan, iki yüzlü. 2. kâfir olduğu halde kendisini müslüman belirten.
müneccim: yıldız falına bakan, astroloji ile uğraşan.
münezzeh: tenzih edilmiş, temiz, arı, noksanlıklardan uzak.
münferid: yalnız olan, tek, ayrı, kendi başına.
münhasıran: hususi olarak, yalnızca, tek başına, bilhassa.
münkati': kesilen, kesik arkası gelmeyen, son bulan, süreksiz.
münkerât: şeriatçe yapılması yasaklanmış şeyler.
münkir: 1. inkâr eden, kabul etmeyen. 2. mezarda sual soracak iki melekten biri. münkir-nekir.
müraî: iki yüzlü kimse.
mürebbi: 1. terbiye eden, pedegog, çocuk terbiye eden. 2. besleyen.
mürekkeb: iki veya daha çok şeyin karışmasından oluşan, bileşik.
mürsel hadis: tabiînin, sahabeyi atlayarak rivayet ettiği hadis, yani sahabeden değil tabiînden gelen hadis.
mürtedd: islâm dininden dönen kimse.
müsamaha: güzel görü, tolerans, görmemezlikten gelme, göz yumma.
müsavat: eşitlik, aynı halde ve derecede olma.
müsavî: eşit, denk, aynı halde ve derecede bulunmakta olan.
müsbet: 1. tesbit edilmiş, adil gösterilmiş. 2. pozitif, olumlu.
müsebbib: 1. sebep olan. 2. icab eden.
müsellem: 1. teslim edilmiş, verilmiş. 2. doğruluğu herkesçe kabul edilmiş.
müsemma: 1. bir ismi olan, adlandırılmış, adlı. 2. muayyen, belirli vakit.
müskir: sarhoş eden, sarhoşluk veren.
müskirât: sarhoşluk veren şeyler.
müsned: isnad edilmiş, senede bağlanmış. "müsned hadis" senedi kesintisiz olarak hz. peygamber'e ulaşan hadistir.
müstağnî: 1. doygun, yönlü, tek. 2. çekingen, nazlı davranan. 3. lazım bulmayan.
müstağrak: batmış, dolmuş.
müstahsil: yetiştiren, yetiştirici, üretici.
müstamel: kullanılmış, eski, köhne.
müstear: takma ad, iğreti olarak duruş.
müstecab: dileği, duası kabul olunmuş.
müstehabb: 1. sevilen, beğenilen. 2. farz ve vacip olmayıp da yapılması sevap olan iş, hareket.
müstehak: hak edilmiş, yiyip içilerek bitirilmiş, bitirilen, tüketilen.
müstetir: gizlenen, gizli, saklanan, saklı.
müşakele: benzeme, uygunluk, şekilce bir olma.
müşâreket: ortaklık, ortak olma.
müşavere: danışma, bir iş üstünde konuşma.
müşebbeh: benzeyen.
müşebbehün bîn: kendisine benzetilen.
müşkil: anlamı kapalı olan ve ancak bir ipucu sayesinde anlaşılabilen âyet.
müşkilât: zorluklar, güçlükler.
müşrif: 1. yükselen, çıkan. 2. ölüme pek yakın bulunmakta olan. 3. etrafa bakan, etrafı gören. 4. vakıf malı koruyan kimse.
müşrik: allah'a şirk koşan.
müştakk: başka bir kelimeden çıkmış, türemiş.
müşterek lafız: sözlük anlamıyla birden çok anlama gelen kelime. meselâ: "yüz" gibi.
mütareke: iki tarafın geçici bir vakit için savaşı durdurması, ateşkes.
müteaddi: 1. zulmeden, saldıran. 2. geçişli fiil.
müteaddid: bir çok, çoğalan, türlü türlü, tekrar.
müteahhirîn: sonradan gelenler, yetişenler, son devir âlimleri.
müteallak: bağlanılan yer, taalluk edilen yer, harfi cerin dayandığı, bağlandığı kelime.
müteallik: 1. asılı, bağlı. 2. taalluk eden, ilgili, ilişiği olan.
müteazzir: 1. özürlü, özürü bulunmakta olan. 2. olası olmayan, güç, zor.
mütedeyyin: dindar, dinine bağlı.
mütehassıs: ihtisas sahibi, uzman.
mütehassis: çok hislenen, duygulanan.
mütekellim: kelamcılar.
mütenasib: münasib, birbirine ideal, benzer, denk.
mütenevvi: çeşitlenen, türlü türlü olan, muhtelif olan.
müteselsil: zincirleme, birbirlerini izleyen, zincir gibi birbirine bağlı olan.
müteşabih: 1. birbirine benzeyen. 2. kur'ân-ı kerim'de mânâ ve lafız bakımından tevile elverişli olan âyetler. muhkem olmayan âyet.
müteşabihat: 1. birbirine benzeyenler. 2. lafız ve mânâ bakımından tevile elverişli âyetler.
mütevatir: yalan üzere anlaşmaları olası olmayan cemaatler tarafından rivayet olunan haber.
müteveccih: 1. bir tarafa yönelen, bir tarafa gitmeye kalkan. 2. birine karşı sevgisi ve iyi düşünceleri olan.
müteyakkız: uyanık bulunmakta olan,tetikte gözü açık olan.
müttaki: günahtan sakınan, çekinen, takva sahibi.
müvekkil: vekil eden, vekil tayin eden.
müverrih: 1. tarihçi, tarih yazan. 2. ebced hesabına göre tarih düşüren şair.
müzdelife: arafat ile mina arasında bulunmakta olan yer.
müzekker: 1. erkek, er. 2. eril, müzekker kelime.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)